Afrika’nın Türkiye’ye büyük imkanlar sunduğu ve güçlenmesinin zemininin olduğu açık. Ancak güçlenme ivmesini sınırlayan kimi konulara değinmekte yarar var. Öncelikli olarak, kıtada görev yapan kamu görevlilerinin tutumu. Buna ilişkin çok şey söylemek mümkün. Ama özetle, “Batılılar gibi davranmamak” ve hükümetin ana tutumlarını yansıtmalarının gerekliliği şeklinde ifade etmek doğru olur. Diğer bir konu ise Afrika’ya ilgi duyan kimi STK’ların kendi ajandalarını kıtaya taşıma arzusu. Bu hem kıtayı hem Türkiye’yi hem de yardım faaliyetlerini destekleyen insanların iyi niyetini istismar etmektir
Türkiye’nin Afrika’yla ilişkisi uzun zamandır Batılı merkezlerde tartışma konusu yapılıyor. Tarihsel geçmiş dikkate alınırsa, bu ilişkinin yeni bir şey olmadığı görülür. Afrika’ya ilişkin durumu, “format değiştirerek yenilenen ilişki” olarak okumak daha doğru olur. Bunda küresel ekonomik koşullarda yaşanan değişimin ne denli etkili olduğu konusunu da akılda tutmak gerekir. Afrika’da var olan ülkeler dikkate alındığında, Afrika’yla ilgilenen tek ülkenin Türkiye olmadığı, hatta bir çok büyük ülkenin kıtada var olmak için özel bir çaba içinde olduğu açık.
Bu gerçeğe rağmen, bazı batılı merkezlerde Türkiye’nin Afrika açılımı ve kıtada alan bulmasına ilişkin, açıklanmayan ‘kuşkulu’ değerlendirmeler var. Bu tür değerlendirmeler bir düzeye kadar anlaşılabilir ve alan kaybetme kıskançlığı olarak görülebilir. Ancak analizler gerçeklikle bağı kurulamayan argümanlar üzerinden sürdürülüyorsa ve Türkiye içinde hiçbir anlamı olmayan kimi şirketlerin gerçekte olmayan, hayali ‘faaliyetleri’ üzerinden büyük ‘teoriler’ yazılıyorsa, başka bir amaç olduğu söylenebilir. Bunu temelde, kıtada alan ve güç kaybetmenin ortaya çıkardığı psikolojik ruh halinin bir yansıması olarak görmek mümkün. Hâlbuki doğru davranış, durumu sahici bir yaklaşımla irdelemek, analiz etmek, Türkiye’nin pozisyonunu, yaptıklarını ve kıtadaki tarihi geçmişini birlikte değerlendirmektir. Bunun yapıldığına ilişkin bir veri, bilgi veya tablo yok.
Konuyu netleştirmek için iki temel soru üzerinde durmak gerekir. İlki, Türkiye’nin kıtadaki varlığı, kimi batılı merkezlerde neden bu denli tartışma konusu yapılıyor? İkinci soru ise Türkiye’yi Afrika’da güçlü kılan ve avantaj sağlayan faktörler neler? Birinci sorunun cevabı, Türkiye’nin uyguladığı politikalarla, faaliyetlerle kıtanın kaynaklarını sömüren ülkelerin geçmişlerinin ve yeni sömürme tarzlarının deşifre olmasıdır. Afrikalıların da, bağımsızlık sonrası, olan biteni daha net görmeleri ve aleyhlerine olan düzene itiraz etmeleridir. Bu soruyu daha farklı boyutlarda da konuşmak mümkün. Ancak burada odaklanmak istediğimiz konu, Türkiye’yi Afrika’da güçlü kılan ve avantaj sağlayan faktörler meselesi, yani ikinci soru. Bunları altı ayrı başlık altında değerlendirmek mümkün.
TÜRKİYE’NİN AFRİKA GEÇMİŞİ
Kıtanın uzun sömürgecilik ve köle ticareti geçmişi, Afrikalıların hafızasında canlılığını muhafaza ediyor. Bahsettiğimiz geçmişin kimlerle ilgili bir durum olduğu açık. Türkiye, son tahlilde Osmanlı’nın devamı. Kıta halkı ile Türklerin teması daha eskiye dayansa da kıta halkı, Türkiye ile Osmanlıyı birlikte değerlendiriyor. Kıtanın kuzeyinin kaderini değiştiren gelişmeler 1500’lü yıllarda yaşandı. İki temel faktörden bahsetmek mümkün. İlki, 1502 yılında İspanya’nın İslam’ı yasaklaması sonucu Endülüs’teki Müslüman halkın kıtaya göç etmesi. İkincisi ise Osmanlı donanmasının bölgeye yerleşmesi ve yerel direnişi organize etmesiydi. Osmanlı’nın devlet olarak kıtaya gelmesinin tarihi ise 1517 tarihinde Mısır’ın fethedilmesidir.
Afrika’da ortaya çıkan Osmanlı fethinin anlamı, coğrafyanın Osmanlı’ya katılımı, valinin veya yerel yöneticinin atanması, vergi verilmesi ve serbest bir ekonomik ilişki dinamiğine dayanıyor. Bahsettiğimiz yönetim ilişkisi, yerel kaynakların sömürülmesine dayanmıyor. Osmanlı devletinin ana politikası, “hilafet siyasetini uygulama ve İslam birliğini sağlama” esasına dayanıyordu. Sömürgecilik içermeyen bu ilişki biçimi, günümüzde Türkiye’ye büyük bir avantaj sağlıyor. Dolayısıyla, sömürgecilik tarihleri, doğru ilişki için ciddi bir sorun. Batılı ülkelerin Türkiye’ye ilişkin değerlendirme yapmadan önce, geçmişleriyle yüzleşmeleri, muhasebe yapmaları ve bunu aşan bir politik tutum sergilemelerinin gerekli olduğu açıktır. Bu tarihsel perspektif, Türkiye’nin kıtadaki stratejik hamlelerinin temelini atarken, şimdi misyonerlik ve dini ayrımcılık yapmama politikasının kıtadaki etkisine bakmakta fayda var.
MİSYONERLİK VE DİNİ AYRIMCILIK YAPMAMAK
Batılılar kaynakları bakımından kıymetli olan alanları, “misyon bölgeleri/ülkeleri” olarak adlandırmış. Bu tanımlama dini bir tanımlama. Teslis öğretisi bağlamında kullanılan Latince ‘misyon’ terimi, İspanyol asıllı Katolik din adamı ve Cizvitler tarikatının kurucusu olan Ignatius Loyola tarafından, hedef ülkelere kilise görevlileri gönderilmesi için kullanılmıştı. Gönderilen kişilere ise ‘misyoner’ ismi verilmiş. Bunun sömürge sürecini kolaylaştırmak için başvurulan bir faaliyet olduğuna ilişkin değerlendirmeler var. Bu denklemin işlemesi ise Kilise ile siyasal elitler arasında işbirliği, ittifak ve ekonomik kaynakların birlikte kullanımına dayanıyor.
Misyonerliğe ilişkin en kısa değerlendirmeyi Kenya’nın kurucusu olan Jomo Kenyatta yapmış. Kenyatta’nın, “Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.” ifadesi kıymetli. Bu ifade, misyonerliği ve arkasındaki amacı net olarak açıklıyor.
Türkiye’nin Afrika’da yürüttüğü faaliyetlere katkı sağlayan temel avantajlardan birisi de Osmanlı ile Türkiye’nin kıtada din değiştirme amaçlı faaliyetlere yönelmemesi, yani misyonerlik yapmaması ve insani yardımlar konusunda dini merkezli bir tasnifleme, ayrımcılık da yapmaması. Kıta nüfusunun yüzde 50’sinin Müslüman olması, Türkiye’nin Afrika’daki ilişkilerini besleyen bir diğer önemli faktör. Kıtanın tarihine dönmek gerekirse, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin kıtayla ilişkisinde misyonerlik faaliyetleri yok. Çünkü misyonerlik bir anlamıyla din ‘dayatmadır’. Kimi yanlış anlayışları dikkate almadığımızda, İslam’ın insanların inanma özgürlüğüne ilişkin tutumu ile misyonerlik arasında büyük fark olduğu açıktır. Bu alanda ortaya çıkan serbestlik, kıta insanı tarafından olumlu karşılanmıştır.
Bugün yürütülen yardım faaliyetlerinde dini ayrım gözetilmemesi ve yardım ile inanç arasında zorunlu bir ilişki kurulmaması da kıymetli. Bu yaklaşım, Türkiye’nin kıtadaki ilişkilerine coğrafik bir derinlik kazandırıyor. Bahsettiğimiz genel yaklaşıma rağmen, kimi STK’ların yürüttükleri yardım faaliyetleri ile kendi gruplarını odağa alan etkinlikler yapmalarının doğru olmadığı açıktır. Bu kıta Müslümanları arasında yapılıyor olsa da doğru değil. Dini temelli yaklaşımların farklılığı, sadece insani ilişkilerde değil, aynı zamanda Türkiye’nin Müslüman toplumlarla kurduğu köklü bağlarda da kendini gösteriyor. Bu noktada, Müslümanlıktan kaynaklı avantajı ele almakta fayda var.
İSLAM’IN SAĞLADIĞI AVANTAJ
Ayrımcılığa en çok muhatap olan insanlar Afrika’da yaşayan insanlar. Bugün dahi, kıta insanının karşılaştığı en sahici ayrımcılık, ten renklerinden kaynaklı. Diğer ayrımcılıkların tümü, ten renginden kaynaklı ayrımcılık üzerine konulmaktadır. İslam kişisel özelliklere, kavmi arka plana, diline veya ten rengine göre insanları kategorize etmiyor, hatta bunu yapmayı çok ilkel bir davranış olarak yaftalıyor. Hucurat süresinin 13. ayetinde, “Allah katında sizin en üstününüz, en takvalı (Allah’a karşı en saygılı) olanınızdır” ifadesi yer alır. Peygamberimiz Veda hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslenmişti; “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir. Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayana, başka ırkın Araba, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur…” buyurmuştur. Bu ifade, bugün dahi kimilerinin ulaşmakta zorluk çektiği bir inanç düzeyidir. Sahici Müslümanlığın etnisite ve ten rengi konusunda sergilediği bu duruş kıymetli. Müslümanlıktan kaynaklı olan bu tutum, Türkiye’nin kıtada zemin bulmasını kolaylaştırıyor. Yani, kültürel ve dini uyum, Türkiye’nin toplumsal etkileşimlerinde önemli bir rol oynuyor. Bu uyumun insani yardım faaliyetlerindeki yansımaları da önemli.
İNSANİ YARDIM FAALİYETLERİ
Dikkatle incelenmesi gereken diğer bir konu ise Türkiye’nin devletin yardım kuruluşları ve STK’lar aracılığıyla yürüttüğü insani yardım faaliyetleri. Türkiye’nin küresel insani yardım konusunda oldukça saygın bir yerinin olduğu biliniyor. Devlet kurumları (TİKA, AFAD), Kızılay ve STK’lar aracılığıyla yürütülen yardım faaliyetlerinin hedef kitlesi, sömürgeciler tarafından yoksullaştırılmış ve yoksul bırakılmış kesimler. Kaynakları Batıya taşınmış ve taşınmaya devam eden ülkelerin halkları. Son yıllarda ‘tefeci’ (Çin modeli) anlayışla, ‘esir’ alınmış ülkelerin vatandaşları.
Türkiye ve STK’ların yürüttüğü faaliyetlerin siyasal veya dini bir ajandası yok. Dini inanç ve motivasyon, sadece yardım yapma şeklinde ortaya çıkıyor. Yardım faaliyetinin içine farklı veya örtülü bir amaç konulmuyor. İnsanların bireysel inisiyatifleri üzerinden gelişen ve kaynağın bu insanlar tarafından karşılandığı bir faaliyet. Bunu değerli kılan ise insani yardımlar üzerinden alan hakimiyeti kurma gibi bir derdin olmamasıdır. Bu anlamıyla etki olarak yüksek ve kutsal bir felsefeden bahsetmek mümkün. Aslında bunu, insani dayanışma olarak tanımlamak daha doğru olur. Dolayısıyla, tek amacı insani yardım yapmak olan bu faaliyetler, muhatapları nezdinde hem fark hem de saygınlık oluşturuyor. Başka bir ifadeyle, sömürmek ile paylaşmak ve ortaklaşa işbirliği yapmak arasındaki büyük farkın ilişkilere yansıması.
Türkiye, 5 kıtada ve 72 ülkede insani yardım faaliyeti yürütmektedir. 2023 Küresel İnsani Yardım Raporu’na göre, 2022 yılında 7,2 milyar dolar ile gayri safi milli gelire göre en çok insani yadım yapan ülkedir. Dolayısıyla, kıtadaki faaliyetler analiz edilirken bu konunun da değerlendirilmesi gerekir. Bu arada insani yardımları, sadece maddi destek sağlamıyor, aynı zamanda kıtanın barış ve istikrar arzusuna da hitap ediyor. Bu bağlamda, barışı ön planda tutan politikaları dikkate almak gerekir.
BARIŞI ÖNCELLEME
Dikkate almamız gereken diğer bir konu ise kıtadaki çatışmaların değil barışın, istikrarın tarafı olmak ve Batının dayatmalarına itiraz etmek. Kıtadan baktığında bunun ne denli değerli olduğu daha net görülüyor. Bununla birlikte, NATO üyesi olmasına rağmen, Türkiye’nin devlet politikası olarak kıtadaki çekişmelerin tarafı olmaması da çok kıymetli. Bunun anlamı ise ajandasında kıtadaki çatışmalardan yararlanarak alan hakimiyeti kurma yaklaşımının olmamasıdır. Türkiye’yi farklı ve ayrıcalıklı kılan bu. Çünkü büyük güç merkezlerinin ajandaları oldukça karmaşık ve çekişmeden/çatışmadan yararlanma odaklı. Türkiye’nin bahsettiğimiz farkı, Osmanlı izlerini takip etme yaklaşımı üzerinden izah edilebilir. Bu yaklaşım, BM’deki diplomatik etki zeminini de güçlendirmişti. Mevcut yönetimin güçlülere karşı mazlumların yanında durma politik tercihinin, Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a büyük bir itibar transfer ettiğini gözlemlemek mümkün.
TERÖRLE MÜCADELE BRİRKİMİ, KURUMSAL YAPI VE İŞ BİRLİĞİNE AÇIK OLMA
Üzerinde durulması gereken diğer bir faktör ise bir çok ülkenin sahip olmadığı ve kıtanın ihtiyacı açısından Türkiye’ye ayrıcalık sağlayan terörle mücadele birikimidir. Afrika gibi devlet yapılarının tam oturmadığı, terör örgütlerinin alan arayışında olduğu bir coğrafyada, terörle mücadele birikimi kıymetlidir. Bahsettiğimiz birikim, savunma ekipmanlarının çok üstünde bir değer ifade ediyor. Konuya ilişkin analizlerin çoğunluğu, sadece ekipman konusu üzerinden yapılıyor. Bu doğru bir değerlendirme olmaktan uzak. Asıl konu, ülke güvenliğinin sağlanması, terörle mücadele yöntemleri, terör saldırıları sonrası gösterilen reflekslerin yönetilmesi, farklılık gösteren gelişmelere göre mücadele konseptinin çeşitlendirilmesi gibi farklı birikimleri içeriyor. Dünyada çok az ülkenin sahip olduğu bu birikim, Türkiye’ye önemli bir ayrıcalık sağlıyor.
Terörle mücadele konusu konuşulurken, Afrika’da faaliyet gösteren ayrılıkçı yapılara bakmakta da yarar var. Çünkü dikkate alınması gereken konulardan birisi de aktif olan 34 ayrılıkçı yapı. Bu tür yapıların doğal sonucu, Afrika’daki devlet yapılarının zayıflığıdır. Türkiye’nin sahip olduğu diğer bir birikim, güçlü ve kurumsallaşmış devlet yapısı. Türkiye, bu konudaki birikimini de ihtiyaç duyan Afrika ülkeleriyle paylaşmaktadır. İlgili ülkelerin talebine göre karşılık bulması da önemli. Örneğin, Somali ve Libya gibi ülkelerle yürütülen ilişkilerin temel dinamiği bahsettiğimiz yaklaşım üzerinden yürüyor. Bu stratejik birikim, Afrika’daki yerel dinamiklerle uyumlu güvenlik politikalarının temelini oluşturuyor.
Ankara’ya Afrika’da alan açan ve pozitif katkı sağlayan faktörlerden birisi de kıtadaki bölgesel güçler, bölgesel kurumlar ve uluslararası yapılarla işbirliğine açık olduğunu ortaya koyan tutumudur. Kıtaya ilişkin faaliyetlerini ilgili ülkelerin yanı sıra, Afrika Birliği ve İGAD (Afrika Boynuzu, Nil Vadisi ve Afrika Büyük Gölleri bölgelerindeki 8 devletten oluşan yapı) gibi kurumlarla işbirliği içinde yapmak önemli. Bu ilişki biçiminin temel faktörü, kendi doğrularını dayatmak değil, ortak ilişkilere önem vermeyi ve ilgili ülkelerin egemenliğine saygı duyan politikaları öncelemeyi içeriyor. Bu önemli bir ayrıcalık.
SONUÇ
Afrika’nın Türkiye’ye büyük imkanlar sunduğu ve güçlenmesinin zemininin olduğu açık. Ancak güçlenme ivmesini sınırlayan kimi konulara değinmekte yarar var. Öncelikli olarak, kıtada görev yapan kamu görevlilerinin tutumu. Buna ilişkin çok şey söylemek mümkün. Ama özetle, “Batılılar gibi davranmamak” ve hükümetin ana tutumlarını yansıtmalarının gerekliliği şeklinde ifade etmek doğru olur. Diğer bir konu ise Afrika’ya ilgi duyan kimi STK’ların kendi ajandalarını kıtaya taşıma arzusu. Bu hem kıtayı hem Türkiye’yi hem de yardım faaliyetlerini destekleyen insanların iyi niyetini istismar etmektir.
Bahsettiğimiz başlıklar, Türkiye’nin Afrika’da sahip olduğu zemini destekleyen, güçlendiren faktörler. Bu faktörleri yok sayarak yapılan Türkiye değerlendirmeleri eksik olur. Yıkılan sömürü düzeninin farklı bir formatta sürdürülme imkânı yok. Yapılacak şey, sömürülen ve yoksulluğa mahkûm edilen halklara bir şey söylemektir. Geçmişte hiç bir şey olmamış gibi yapmak değil. Bu yapılmadığı müddetçe Afrika halklarının sempatisini kazanmanın imkânı yok. Çünkü sömürge döneminin travmaları hala diri ve yaşamın her alanında hissediliyor.
Afrika’da çok yaygın olan bir benzetme var. Afrika halkını sömürenleri, işgalcileri ve yerel işbirlikçileri ‘timsah’ benzetmesiyle adlandırırlar. Bunun anlamı ise hem bizi öldüren hem soyan hem yoksul bırakan hem de işi bitince kenara çekilip ‘bizim için ağlayan’ kişi. Evet, timsah göz yaşı ifadesi, sahte duyguları tanımlamak için kullanılıyor. Yani, Afrika halkı ‘sizi’ tanıyor.