Afrika sinemalarından söz ederken bilinçli olarak çoğul kullanıyoruz. Çünkü bu devasa kıtanın her bölgesinin, her ülkesinin kendine özgü bir sinema tarihi, anlatısı ve sanat mücadelesi var. Yakın zamanda yayınlanan üç ciltlik African Cinema: Manifesto and Practice for Cultural Decolonization adlı kapsamlı eser, Afrika’nın sinemalarına çoklu perspektiflerden bakıyor. Eserin girişindeki üç söz, bu yazı dizisinin de ruhunu özetliyor:
Sarah Maldoror: “Film yapmak, bir tavır almak demektir.”
Clyde Taylor: “Afrika’nın altmış yıllık sinema deneyimi, varoluşsal bir sıkıntıdan ibaretti.”
Ousmane Sembène: “Birçok iç ve dış sorunla boğuşan kıtamız, her zamankinden daha canlı. Gözüpek olmalıyız, kültürel ve sinematografik alanımızı yeniden fethetmeliyiz.”
Pek çoğumuzun zihninde Afrika’ya dair benzer imgeler belirir: geniş savanalar, vahşi yaşam, yoksulluk ve çatışmalar… Oysa bu kıtayı beş ana bölgeye ayırdığımızda (kuzey, güney, doğu, batı, orta) karşımıza devasa bir kültürel mozaik çıkıyor. Her bölgenin ülkeleri, kültürleri, sanatı ve hikayeleri birbirinden farklıdır. Ne yazık ki Afrika’nın bu zenginliği sinema alanında hâlâ yeterince tanınmıyor.
BÜYÜK KITANIN BİLİNMEYEN SANATINA YOLCULUK
Uzun soluklu bu yazı dizisinde amacımız, Afrika’nın bölgelerine, ülkelerine, önemli yönetmenlerine ve filmlerine eğilmektir. Buna ek olarak güncel sinema çalışmaları, önemli kültürel ve sanatsal etkinlikler, eserlerden söz etmek bu yazı dizisinin vazgeçilmezleri arasında. Büyük bir kıtanın sinemalarına dair söze nereden başlanacağı ve nasıl bir yol haritası sunulacağı elbette önemlidir. Bu nedenle bazen doğrusal bir çizgide, bazen de dairesel bir yolda ilerlemeyi tercih edeceğimizi belirtmek isteriz. İlk yazımızda Afrika’nın sinemaları ile ilgili genel bir özet sunuyoruz. Sonraki yazılarda ise daha ayrıntılı, çerçevesi belirlenmiş bir şekilde sinema yolculuğuna çıkılacağını not düşmek gerekir.

Sinema, Afrika’ya ilk olarak 20. yüzyılın başlarında Batılı güçlerin eliyle girdi. Fransız ve İngiliz yönetimleri, kendi değerlerini empoze etmek için sinemayı bir propaganda aracı olarak kullandı. Sanders of the River (1935) gibi filmlerde Afrika halkları, ya “uygarlaştırılması gereken çocuklar” ya da “tehlikeli, ilkel varlıklar” olarak resmedilmiştir. Bu temsiller, kültürel bir asimilasyonun parçasıydı.
Batılı yapımcılar sinema tarihi boyunca Afrika’yı kendi ideolojik perspektifleriyle resmetmeye devam etti. Hotel Ruanda (2004) gibi popüler filmler, yaşanan trajedilerin arkasındaki sömürge mirasını görmezden geldi. Benim Afrikam (1985) gibi yapımlar ise kıtayı “beyaz adamın macera alanı” olarak sundu. Bu temsiller, Afrika’yı sürekli ilkel, çaresiz ve dışarıdan bir kurtarıcıya muhtaç olarak gösterdi.

Ancak bağımsızlık mücadeleleriyle birlikte sinema, Afrikalılar için hem bir direniş hem de kimlik inşasının aracına dönüştü. Paulo S. Vieyra ve Mamadou Sarr’ın 1955 yapımı Africa sur Seine, Ousmane Sembene’nin 1963 yapımı Borom Sarret gibi öncü filmler, Batı’nın dayattığı “ilkel Afrika” imajını yıkmak için mücadele verdi.
Bu yıkım kolay olmadı. İlk dönem Afrikalı sinemacılar, teknik ekipman eksikliği, sinema eğitimi olanaklarının kısıtlılığı ve film dağıtım kanallarının yetersizliğiyle karşı karşıya kaldı. Filmlerini finanse etmek veya gösterimler yapmak için kıta içinde ve dışında sürekli destek arayışına girdiler.
Tüm bu zorluklara rağmen Afrikalı sinemacılar, kendi dillerini, kültürlerini ve hikayelerini sinemaya taşıma konusunda kararlı davrandı. Ousmane Sembene, filmlerinde Wolof dilini kullanarak geleneksel hikaye anlatıcılığını (griot) sinemayla buluşturdu. Djibril Diop Mambéty, Haile Gerima, Safi Faye gibi yönetmenler, hem estetik hem de politik anlamda özgün bir sinema dili inşa etti. Filmlerde Griot geleneği, Afrika sinemasının hem ruhunu hem de biçimini derinden etkiledi. Birçok Afrikalı yönetmen, geleneksel Batı anlatı yapıları yerine, bir griot’un (sözlü kültür) hikaye anlatışına benzer şekilde, doğrusal olmayan, daha şiirsel ve parçalı anlatılar kullandı. Böylece griot, Afrika’nın kendi tarihini ve kimliğini kendi perspektifinden anlatmanın modern bir aracı haline geldi. Sömürgeci anlatılara karşı bir direniş aracı olarak griotlar, toplumsal hafızayı canlı tutma işlevi gördü.

Buraya kadar altı çizilen hususlar Afrika’da sinema üzerine düşünürken, sömürge öncesi ve sonrası süreçte yaşanan gelişmelerin bilinmesini, Batı endeksli film üretiminde sorunlu bir Afrika algısı oluşturulduğun anlaşılmasını, Afrikalı yönetmenlerin sinemayı sömürgesizleştirmeyi amaçladıklarını ve yönetmenlerin Afrika’ya özgü sinema ya da film dili geliştirmeyi amaçladıklarını göstermektedir.
Afrika’da farklı bölgelere ve dönemlere baktığımızda şunu söylemek mümkündür. Kuzey Afrika’da (özellikle Mısır, Tunus ve Fas’ta) sinema oldukça erken tarihlerde filizlenmiştir. 1930’larda Mısır, güçlü bir endüstri kurarak Arap dünyasında hegemonya oluşturmuştur. Batı Afrika’da ise Senegal, Mali ve Nijerya gibi ülkeler kıtanın sinema mirasına önemli katkılar sunmuş, 1990’larda Nijerya’da ortaya çıkan “Nollywood”, dijital teknolojinin yardımıyla popüler bir sinema endüstrisi oluşturmuştur. Video filmler üzerinden gelişen bu endüstri, filmleri halkın gündelik hayatının bir parçası haline getirmiştir.
Günümüzde ise genç Afrikalı yönetmenler (Apolline Traoré, Ellie Foumbi, Kemi Adetiba, Mati Diop gibi), bu mirası ileri taşıyarak uluslararası festivallerde boy gösteren yapımlara imza atmaya devam ediyor. Afrika sinemaları, sadece sömürgecilik eleştirisi veya toplumsal travmaların anlatısı değil; aynı zamanda umudun, direnişin ve kıtanın kendi içindeki çeşitliliğin sinemaları olduğunu bize aktarmaktadır.
Türkiye’de bu zenginliği tanımak için birkaç araştırmacının gayretleri dışında henüz yeterli adımlar atıldığını söylemek zor. Biz bu çalışmaya başlayarak Afrika’nın sinemalarının keşfedilmeyi bekleyen büyük bir hazine olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Afrika üzerine daha çok konuşmak, daha çok yazmak ve daha çok film izlemek dileğiyle…