2022 yılının bir Eylül gecesi adım attığım Dar es Salaam’da üç yılımı tamamlamak üzereyim. İnsan ömrü düşünüldüğünde kısa sayılabilecek bu süre, benim için beklenmedik bereketlerle dolu, oldukça kıymetli bir dönem oldu.
Tanzanya, 900 bin kilometrekareyi aşan yüzölçümü ve 67 küsür milyonluk nüfusuyla Afrika’nın en büyük ülkelerinden biri. 100’den fazla etnik grubun Tanzanya güneşi altında aynı potada eridiği, ancak birbirine karışmadan kaynaştığı bu ülkede, başta Hristiyanlar ve Müslümanlar olmak üzere Hindu, Budist ve Animist inançlara mensup insanların, sırt sırta dayanmış ibadethanelerinde Allah’a yakarışları; çarşı pazarındaki telaşının, çamurlu yolları ve bajajilerin korna sesleriyle iç içe geçtiği; baş döndüren melodisi ile bunca etnik kimlik, sayısız kabile ve göz kamaştıran çeşitlilik gerçekten çok etkileyici bir coğrafya. Bu kültürel zenginlik, özellikle Dar es Salaam, Arusha gibi anakaranın büyük şehirlerinde ve elbette Zanzibar Adası’nda adeta bir renk cümbüşüne, bir kültür festivaline dönüşüyor.


Afrika, Hint ve Arap kültürlerinin birbirine karıştığı Dar es Salaam’da yürürken, kendinizi bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissedebilirsiniz. Herkesin kendi telaşında olduğu Kariakoo Pazarı’nda kalabalığın içinde kaybolup, eski Postane’nin tarihi dokusuna dokunabilir, Balık Pazarı’nda sabanın ilk saatlerindeki kurulan mezatın bağrış çağrısı arasında taze balıklardan nasibinizi alabilir ve Kisutu’nun dar sokaklarında gezinirken bambaşka dünyalara açılan kapılar keşfedebilirsiniz. Bir köşede çiçeklerle süslenmiş bir Hindu tapınağına rastlarken arka fonda bir camiden yükselen ezan sesini duyabilir ve birkaç adım ötede bir kilisenin çan kulesini fark edebilirsiniz.


Tanzanya’da hayat sokakta akar. kadın, erkek, çocuk demeden herkes çalışmak zorundadır. Taraab müziğinin ritmiyle canlanan, deniz kokusunun masala baharatlarıyla harmanlanıp Mishkaki’nin dumanına karıştığı bu şehir, ekmek kavgasının çetin geçtiği bir yerdir.
Gündüzlerin oldukça sıcak geçtiği bu coğrafyada gün sabah ezanından çok önce başlar ve akşam geç vakitlere kadar ritmi her an daha artarak devam eder. Sokaklarda çocuklardan kadınlara, erkeklerden yaşlılara kadar herkesin içinde olduğu sürekli bir hareketlilik göze çarpar. Kalabalığa rağmen gerginlik ya da kavga neredeyse hiç yaşanmaz. İnsanlar daha çok şakalaşarak, gülerek, çoğunlukla da birbirlerine bağırarak bir şekilde anlaşır, konuyu tatlıya bağlar.
İster bir hercümerç olan Darüsselam’da, kalabalığın ekmek kavgasının içerisinde, ya da isterseniz Zanzibar’ın , ıslak taş zeminli dar sokaklarında, veya daha da uzakta, kırsalda, Kilwa Kisawani’de, Tanzanya da hemen her yerde sokakta yaşayan, çalışan, karnını doyuran bu insanların arasına kaynaştığınızda, hemen fark edeceğiniz ilk şey, hayatlarının zorluğuna, sıcağın enselerinden aşağı doğru yol yol akıttığı tere, nefes kesen yoksulluğa ve hep hissedilen açlığa rağmen bu insanların gülümsemeleri ve selamlaşmalarıdır. Bu gülümseme ve selam verme alışkanlığında sanki bir çeşit direnişin, sabrın ve hayata bakışın simgesini görürsünüz.
Mutlaka sizi de yakalar. Gündelik hayatlarımızda bizim yitirdiğimiz, yolda karşılaştığımız yabancılar şöyle dursun, hane halkına, iş arkadaşımıza bile lütfen verdiğimiz selamlarımıza ve tebessümlerimize karşın Tanzanyalı insanların selam ve tebessüm konusundaki bu cömertliği insana bir yitiğine kavuşma hissini verir.

Allahu Teâlâ’nın “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin…“(4/86) ayeti kerimesinin emrettiği ve Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (M194 Müslim, Îmân, 93) hadisinde buyurduğu “selamlaşma” burada oldukça güçlü ve üstelikte yukarda bahsettiğim tüm o çeşit millet ve dine mensup herkes tarafından yaygın bir şekilde uygulanıyor.
“Salama” (selam) ya da “habari” (merhaba), sadece kuru bir kelime değil, aynı zamanda bir saygı, sevgi ve toplumsal bağları pekiştirme aracı olarak karşımıza çıkıyor. Asla geçiştirilmiyor. Kısa bır “nzuri” (iyiyim) yetmiyor “Safi Kabisa?” (Her şey iyi mi?) diye üsteleniyor. Gerçekten ne halde olduğumuza kıymet verilip merakla soruluyor. Selamı alan da veren de karşısındakinin kabilesine, dinine ya da kıyafetine bakmaksızın gülümsüyor. Artık kamyon lastiğinden yapılmış bir sandalet ya da pahalı marka bir ayakkabı giyiyor olmanız bir şey ifade etmiyor.
Günlük kazançları nispetinde oldukça mütevazi, çoğu toprak ya da kerpiçten yapılmış elektriği, suyu bulunmayan evlerde hayat süren bu insanların bu alışkanlıkları oldukça önemli dersler içeriyor. Bu mütevazilik kıyafetten yaşanılan toprak ya da teneke eve ve en nihayetinde sofraya kadar yansıyor.

Bizlerin tatlısından tuzlusuna, etlisinden sebzelisine, zeytinyağlısına çeşit çeşit yaptığımız, hazırladığımız sofralarının yerini pilau (pilav), maharage (fasulye), ugali ve dagaa mboga (bir çeşit mısır unu lapası ve küçük balıkların ıspanakla birlikte kavrulması) chapati (gözleme, kitumbua (pirinç keki), yerel sokak lezzetlerinden mishkaki (şiş kebap) ve bunun gibi temel birkac besin maddesi alıyor.
Burada sahip olunan her şeyin değerli olduğunu bilmek, sadece maddi değil, manevi bir zenginlik anlayışını da beraberinde getiriyor. Sahip olunan az şeyin çok etkin bir şekilde kullanıldığı, işe yaramaz diye herhangi bir eşyanın atılmadığı düşünün. Sizin eskiniz bir başkasının yenisi. Çöp yok, israf yok, sokaklarda yemek artığı yok, ekmekler çöpe atılmıyor ya da eskimiş kıyafet diye bir kavram yok. Herkes yek bir diğerinin eskittiğini tekrar tekrar giyiyor. Bu yaklaşım, belki mecburiyetlerden doğan bir şey ama hayatın her alanına sadeliği, alçak gönüllüğü yayıyor. Tanzanya’daki bu yaşam tarzı, bizlerin kaybettiği ama özümüz itibariyle hep bizde olan ve yeniden edinebileceğimiz bir bakış açısını hatırlatıyor.
Yaklaşmakta olan bu ramazan ikliminde hepimizin dilinde gönlünde aklında yer eden “ ah nerede o eski ramazanlar” dediğimiz günlerimize atıfla yukarıda bahsettiğim bu atmosfer Tanzanya’da her ayı ramazan eyliyor. Bu iklimi bir ay gibi bir süreye sıkıştırmış bizlerin aksine tüm ömrünü ramazan tadında geçiren insanlar, alçak gönüllüğü, paylaşmayı, hâl hatır sormayı bir kimlik gibi her daim taşıyorlar.
Ramazan ayında, Müslümanların camilerde ve medreselerde bir araya gelerek toplu iftarlar vermesi dünya genelinde gördüğümüz bir gelenek. Ben bundan bahsetmeyeceğim. Diğer taraftan, Afrika’nın en güvenilir ülkelerinden biri olması, ulaşım ağının oldukça gelişmiş olması ve yardıma muhtaç insanlarının bir hayli fazla olması sebebiyle Ramazan döneminde buraya gelen yardımlardan, kurulan iftar sofralarından, birbiriyle yarışan derneklerin ve vakıfların çaba ve gayretlerinden de bahsetmeyeceğim.
“Ben sizi bu ramazan bir yere götüreceğim. Bu yardım asıl bize olacak, bize bir duruşu bakışı bir hayat felsefesini hatırlatacak.”
Yolunuz Darüsselam’a düşerse bahsettiğim sokakları, hayat telaşını, sıcağı ve tüm o kokuları yanınıza alarak şehrin biraz dışına çıkacaksınız. Öğlen sıcağında, trafiğe karışacaksınız. Dala dalalar (midibüs), üzerinize üzerinize sürecek arabalarını. Bajajiler (Triportor taksi), bağırış çağırış yol kesecekler. Boda bodalar (motosiklet taksi) bir anda sağınızdan solunuzdan hızla geçip gidecekler. Bu karmaşanın içerisinde bisikletini mi süren ararsın? Yürüyen insanlar mı ararsın? Yoksa ekmek kavgası için ışıklarda pencerene yapışan satıcılar mı? …
Böyle iki saat kadar sürünce modern! şehir biraz arkamızda kalacak. Yerleşim yerindeki teneke evlerden mahallelinin vaziyetini az çok kestireceksiniz. Mahallede hiç kimsenin varlığını fark etmediği, ama herkesin orada olduğunu bildiği, aynı çatı altında birbirleriyle hiçbir kan bağı olmayan kardeşlerin kaldığı bir yetimhane bulacaksınız. Burada yetimhaneler, çok yetim.

Yetimhanenin isle kaplı kirli duvarları, yüzlerce çocuğun üzerinde oturup yatıp uyuduğu kanepeler, kırık dökük sandalyeler, yarım yamalak yataklar, arasında, gözleri ışık ışık bakan ve sizi gördüğüne gerçekten mutlu olacak çocuklar, sizi bekliyorlar.
Açın kapılarınızı! Bu ramazan gerçekten içinize sinecek…
Ramazan’ın içerisinde bir bayram günü verin hem onlara hem size.
Bilgisini, geleneğini, kültürünü küçümsediğimiz “Afrikalı,” Tanzanyalı insanların bize unuttuğumuz ya da daha doğrusu unutturulduğumuz değerleri hatırlatabileceğini söylemek istedim. Buraya geldiğimde yüzeme tokat gibi çarpan bu gerçeklik, buradan dönmeye hazırlandığım şu günlerde kendi memleketime götürmek üzere almak istediğim yegâne hatıra hediyelik.
Onlar, sahip oldukları azla, yetinmeyi, israf etmemeyi, paylaşmayı ve dayanışmayı bir şekilde hayatlarının parçası haline getirmişler. Selamlaşmanın, hâl hatır sormanın, tebessümün hayatın bu kadar içinde olduğu bir yerde, her gün ramazan inceliğinde. Çoğu zaman farkında bile olmadan yitirdiğimiz insani değerleri, bizden daha zor koşullarda yaşayan bu insanların günlük hayatlarında nasıl yaşattıklarını görmek, aslında geçmişimize doğru bir akise bakmak gibi…

Bizim, sahip olduğumuz imkânlar içinde dahi şikâyet etmeye devam ettiğimiz noktada, onlar şükrederek, kanaat göstererek ve her şeye rağmen gülümseyerek karşılık veriyorlar. İnsanlarını tanıdığım, bereketli kırmızı toprağına bastığım ve bu toprağın kültürüne tanık olma şansını bulduğum için Allah’a şükür ediyorum.
Kültürünü dilini ve rengini anlayamadığımız özelinde Tanzanya genelinde Afrika’dan alınacak çok dersler var. Ben kendi kısmetime düşenden sizinle paylaşmak istedim. Umarım bu ramazanda hepimizin için nice nasipler vardır.
Vesselam.
Kaynak: Karabatak Dergisi 79. Sayı, Ramazan ve Edebiyat

