Türkiye, Batı dışı dünyanın yeni yükselen aktörleri arasında dış politika ufkunu kültürel ve tarihsel derinliğiyle inşa ederken; Güney Afrika ve Hindistan gibi ülkelerle kıyaslandığında, din ve kimlik temelli yaklaşımların küresel siyasette nasıl dönüştürücü bir rol oynadığını gözler önüne seriyor. Bu bağlamda, “Batı Dışı Dünya” kitabında Türkiye, Hindistan ve Güney Afrika’yı dini ve kültürel perspektiflerle karşılaştırmalı olarak ele alan yazar, Batı-merkezli olmayan bir dış politika anlayışının olanaklarını tartışıyor.
Milli Savunma Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Özkan, The Wall Africa Journal Türk adına Ayşegül Demircan’a verdiği özel röportajda; Güney Afrika’da Apartheid sonrası dönemde şekillenen Afro-Hristiyanlık anlayışından Hindistan’daki Hindu kimlik inşasına, Türkiye’nin ümmet perspektifiyle geliştirdiği çok katmanlı dış politika vizyonundan Afrika Rönesansı söylemine kadar pek çok kritik başlıkta özgün değerlendirmelerde bulunuyor.
“Batı Dışı Dünya” kitabınızda yükselen güç dengelerinde dini/kültür perspektifle Afrika’dan Güney Afrika’yı Asya’dan Hindistan’ı ve bu iki kıtanın ortasında yer alan Türkiye’yi ele almanızın hikayesi nedir?
Türkiye’de karşılaştırmalı çalışmaların sayısı çok az, özellikle siyaset bilimi uluslararası ilişkilerde bu tür çalışmalara rastlamak çok zor. İşin daha ilginci karşılaştırmalı çalışma yapmanın zor olduğuna ve hatta gerekliliğine inanmayan bir algı da var. Bu çalışma uzun yılların ürünü. 2002 yılında Güney Afrika’ya eğitim içi gittim dönemden beri alışılagelmiş teori ve yaklaşımların bizim dünyamızı izah etmediğini hep hissediyordum. “Bu konuda neler yapılabilir? Bizim dünyamızı nasıl daha iyi izah eder ve analiz ederiz?” gibi birçok soru hep aklımdaydı. Batı merkezli dünyanın artık yıkıldığı bir dönemde “Batı Dışı Dünya”dan ve farklı kıtalardan ülkeleri karşılaştırmanın Türkiye’yi hem uluslararası ilişkiler literatüründe hem de küresel siyasette daha iyi izah edeceğini düşündüğüm için bu kitap ortaya çıktı. Tabi yazar olarak en büyük avantajım bu üç ülkede de yaşayıp akademik çalışmalar yapmış olmam. Güney Afrika’da 3 yıldan fazla yaşadım ve eğitim gördüm, Hindistan’da ise oranın askeri araştırma merkezinde çalışan ve araştırmalar yapan tek Türk’üm. Bu vesile ile bu ülkelerin dış politika dinamiklerini yakınan gözlemledim. Batı Dışı Dünya kitapbı, bu gözlem ve notların yeniden yoğrulmuş ve yeni bir perspektifle dış politika okuma çabasının ürünüdür. Son olarak eğer bu kitap ile ülkemizde karşılaştırmalı çalışmalara ön ayak olabilir ve genç akademisyenlere örneklik teşkil ederse amacına ulaşmış demektir.
Kitabınızda dinin ve kültürün neden önemli olduğunu sorgulamaktansa ne zaman ve nasıl önemli olduğunu sorgulamanın daha rasyonel olduğuna dikkat çekiyorsunuz? Günümüz kıtasında din ne zaman ve nasıl önemini vurguluyor?
1990’lardan beri küresel anlamda dinin yükselişi konuşuluyor ve bu konuda çok ciddi bir literatür gelişti, fakat bütün bu yazın sadece din ve kültür önemlidir diyor. “Peki ama nasıl ve nerede dış politikayı etkiliyor” sorusu genelde terörizm, şiddet vb. negatif kontekste ele alınıyor. Bu çalışmada dinin dış politika ufkunu ne derece belirlediğiyle alakalı bazı kavramlar ortaya koymaya çalışıyorum. Afrika-Hıristiyanlığı, Hinduizm ve İslam üzerinden dünyanın yükselen üç farklı batı dışı ülkesinin tecrübesini; tarih, sosyoloji, dış politika ve kültür açısından ele alarak bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyorum. Vardığım sonuç şu, evet din ve kültür dış politika ufkunu belirlemede sandığımızdan daha önemli ve bunu bu üç devletin dış politika zihniyetinden net olarak görebiliyoruz. Güney Afrika ve Hindistan’da sınırlayıcı bir ufuk sağlarken, Türkiye daha geniş perspektif veren bir anlayışla sağlıyor.
Hristiyanlık yalnızca bir dinin ötesinde görünenin dışında Afrika’da nasıl bir tanımlamaya ihtiyaç duyuyor?
Hristiyanlık Afrika’da batıdaki Hristiyanlıktan çok farklı. En temelde oradaki yerel dinlerle bir kesişim üzerinden değişmiş ve dönüşmüş bir Hıristiyanlık var. Bu durum özellikle kıtaya bakarken ve kıtadaki dini hareketleri ve dinin siyasete etkisini incelerken farklı bir bakış açısı gerektiriyor. Örneğin Boko Haram, El-Şebab veya Sahel bölgesinde radikal yapılar kesinlikle El-Kaide üzerinden okunmamalı. Bu örgütlerin bakış açısını şekillendiren asıl mesele din olduğu kadar yerel anlamda o dine verilen değer, onun anlamlandırılması ve bir şekilde onun konumlandırılması. Aynı şey Afrika’daki Hristiyanlar için de geçerli. Eğer yerel bağlamdan koparır ve batıdaki kullandığımız terminolojiyi orada kullanmaya kalkarsak gelişmeleri tam olarak anlayamayız. Onun için bu kitapta “Afro-Hristiyanlığı” diye bir kavram geliştirdim ve oradaki dinin ve kültürel öğelerin dış politikaya etkisini bu kavram üzerinden yapmaya çalıştım. Bu tür yeni yaklaşımların ufkumuzu daha da genişleteceğini düşünüyorum.

Türkiye’de İslam, AK Parti dönemi, muhafazakar kesimin faaliyetlerini görünür kılmasına zemin hazırladı. Hindistan’da ise Hindu elitler, Hinduizm’in kurumsallaşmasına katkı sundu. Peki, Güney Afrika’da Afro-Hristiyanlık, apartheid sonrası dönemde neye hizmet etti?
Şöyle söyleyeyim, siz Güney Afrika’da yaşayan bir siyah Hristiyansınız ve 1947’den 1991’e kadar yaşanan Apartheid döneminde beyaz Hristiyanlar tarafından ayrımcılığa uğruyorsunuz. Aynı dinin parçası olmanıza rağmen sadece renginiz dolayısıyla ayrımcılığa uğruyorsunuz. Bir taraftan da yerel dinler var Afrikalılar arasında. İşte Afro-Hristiyanlık bu yerel kiliseler ile Hristiyanlığın yeniden yorumlanmasıyla ortaya çıkan bir şey. Özellikle Apartheid sonrası dönemde Afro-Hristiyanlık küresel bir bakışa değil Afrika-merkezli bir bakışa yol açtı. Çünkü siyah olmayan Hristiyanlarla sizin ilişkiniz sorunlu, bir kere onlar sizi reddediyor; siz de renk-kıta-din denklemi üzerinden yerel kiliselerin ve dini anlayışların da etkisiyle yeni bir zihin geliştiriyorsunuz. Güney Afrika örneğinde bu durumun Güney Afrika’nın kıtanın sesi olma çabasında ve Afrika-öncelikli bir dış politika geliştirmesinde etkili olduğunu düşünüyorum. Ubuntu kavramının dış politika yapımında etkisi ve “Afrika Rönesansı” söyleminin özellikle Apartheid sonrası dönemde bütün kıtada Güney Afrika eski devlet başkanı Thabo Mbeki öncülüğünde dillendirilmesini bu şekilde okumamız gerekir diye düşünüyorum. İşin özü, Afro-Hristiyanlık, ‘Afrikalı sorunlara Afrikalı çözümler’ yaklaşımının zihinsel arka planını oluşturan ana unsurlardan bir tanesidir.
Türkiye, 20 yıllık vizyonuyla ümmet perspektifinden bakarak Balkanlar’da, Orta Doğu’da ve hatta Batı’da dahi küresel ölçekte bir etki alanı oluşturdu. Afrika’da ise, Hristiyanlığın çok daha güçlü şekilde yankı bulduğu başka ülkeler olmasına rağmen, neden Güney Afrika kıtanın en baskın aktörü ve ‘Afrika’nın sesi’ konumunda?
Güney Afrika, Afrika kıtasında en ilginç ülkelerden birisidir. Hem Ümit Burnu dolayısıyla ticaret yollarının etkisi hem de başta Afrikanslar olmak üzere ülkedeki beyaz nüfus sanki Güney Afrika’yı hiçbir zaman tam anlamıyla bildiğimiz anlamda Afrikalı yapmadı. Güney Afrika hala Afrika’nın en zengin, en gelişmiş yeridir, 54 ülkeli kıtanın bütün gayri safi milli hasılasının %25’ini Güney Afrika üretir. Kıtadaki en iyi üniversiteler oradadır ve başkenti Pretorya kıtada en çok büyükelçiliğe ev sahipliği yapan yerdir. Dolayısıyla ‘Afrika’nın Sesi’ olma veya diğer ifadeyse “Afrika Rönesansı” söyleminin öncülüğünü Güney Afrika dışından başka bir ülke yapamazdı. 1960’larda kıtada bağımsızlığını kazanan ülkelerin ilk liderleri hep Pan-Afrikanizm söylemini yaptılar ve 50-60 yıllık hikayesine bakınca çok başarılı olduklarını söylemek zor. Afrika Rönesansı ise, çok uzun vadeli bir perspektiften ziyade, kıtanın kendine gelmesini ya da kendi içinde bir devinimle yeni bir bakış açısı geliştirmesini öneren ‘içsel’ bir taleptir. Bunun kökleri Steve Biko’nun Afrikalılar için kullandığı “Self-Negation” kavramına kadar gider. Buna göre Afrikalılar bir tür eksiklik veya negatiflik psikolojisinden kurtulmadan hiçbir sorunu çözemez.
Apartheid sonrası Güney Afrika’da artan kıtasal hakimiyet inancı Afrikalı toplumlarda nasıl bir konsolidasyon oluşturdu?
Bir konsolidasyon oluşturmadı ama bir tür konsorsiyum oluşturdu. Bundan kastım şu konu veya tema merkezli kıtadaki aktörlerin beraber hareket etmesine öncelik etti. 2000’lerde birçok ülkede Afrika ülkeleri tarafından barış süreçleri yürütüldü, 2002 yılında Afrika Birliği tamamen Avrupa Birliği’ni model alarak yeniden yapılandırıldı. Söylemsel anlamda ise “Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler” söyleminin yanında Afrika Birliği Komisyon Başkanını güçlendirmeye çalıştılar. Aslında bu süreç ilk başlarda bayağı başarılıydı; fakat özellikle 2008 sonrasında kıtaya yabancı aktörlerin tekrar dahil olmasıyla yavaşladı. Burada şu yaşandı: Kıtadaki her bir ülkeye dış aktörler (Hindistan, Rusya, Türkiye, Brezilya, Çin vb.) ilgi gösterince, ülkeler kendi çıkarlarını kıtasal çıkarların önüne koymaya başladı. Hatta Hindistan’dan alamadığı desteği Brezilya’dan aldı; bu şekilde Afrikalı liderler yabancı aktörlerle ikili ilişkileri, kıtanın topluca pazarlık yaptığı ilişkilere tercih ettiler. Bu durum, kıtada ilk başlarda oluşan pozitif ve etkin aktör olma algısını ve olgusunu zayıflattı.

Güney Afrika, kıtadaki kolektif bilinci Afro-Hristiyanlık temelinde inşa etme çabası, Afrika’nın etnik çeşitliliği ve kuzey-güney ayrımındaki rasyonel farklılıklar göz önüne alındığında yetersiz kalacaktır. Bu durumda, kitabınızda sözünü ettiğiniz Weltanschauung’lar (dünya görüşleri), kıtasal bir perspektifi nasıl mümkün kılabilir?
Kitapta Güney Afrika’nın kıtada bir kollektif bilinci inşa etmesi değil, Güney Afrikalıların bilincinin yansımasını tartışıyorum. Güney Afrikalıların kendisi kıtasal bir zihniyete sahip, sanki onlar için dünya büyük oranda Afrika kıtası. 2002’de kurulan İBSA Diyalog Forumu ve sonrasında BRICS’e katılmasıyla beraber Güney Afrika’nın kıtasal zihniyetinin sınırlarını zorladığı ve hatta aştığı iddia edilebilir. Buna katılmıyorum aksine Güney Afrika’nın bu tür angajmanlarının Güney Afrika’yı kıtada daha anlamlı kılma, gerekirse kıtanın sesi olma ve bu vesile ile Afrika kıtasını dünya siyasetinden yeniden konumlandırmanın bir sonucu olarak görüyorum. Mesela Güney Afrika BRICS genişlemesine destek veriyor, bunun temel sebebi Etiyopya’nın üyeliği sonrası Nijerya’yı üye yapmak istemesinden… Güney Afrika kıta dışındaki ilişkilerini kıtanın kıtasal bakışını derinleştirmek ve daha etkin hala getirmek için yapıyor.
Güney Afrika, her ne kadar yerel kültürel unsurları barındırsa da tarihsel birikimiyle Batı medeniyetine de belirli bir aidiyet taşımaktadır. Peki, bu iki yönlü aidiyet, Güney Afrika’nın “Afrika’ya Afrikalı çözümler” ve “Afrika Rönesansı” hedefine dayanan stratejik zihniyetiyle nasıl örtüşebilir?
Çok güzel bir soru. Güney Afrika ekonomik ve siyasal anlamda batının parçası ama kültürel anlamda değil. Hatta Güney Afrika’da yaşayan beyazlar ve Müslümanlar bile Afrikalı beyazalar ve Afrikalı Müslümanlar. Bunu şundan dolayı söylüyorum, bu topluluklar bile kendilerine batıya gittikleri zaman yabancı hissediyorlar. Hele siyahlar özellikle Apartheid rejimi sonrasında kendilerince bir şey yapmaya çalışıyorlar, bu nasıl bir şey oluşturur, nerede gider bilemem. Ama net bir çaba olduğunu söyleyebilirim. Mandela’nın çok farklı bir stili vardı. Sonraki devlet başkanı Thabo Mbeki söylemsel ve eylemsel anlamda dışarıdan içeri bakan bir karakterdi ve dönüşümü o şekilde denedi. Sonrasında gelen Jacob Zuma tam tersine içeriden dışarıya bir bakışla Güney Afrika’da bir şeyler denedi. Şu anki Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ise önce batıya yaklaştı, istediğini bulmayanında şimdi yeniden yeni bir şey deniyor. Sizin atıf yaptığınız Afrika Rönesansı ve Afrika’ya Afrikalı çözümler söylemleri siyasal ve üst perdeden kurulan söylemlerdi. Aşağıya kısmen indi fakat kurumsallaşması ve bürokratik olarak zihin kodlarında ne kadar etkin oldu ayrı bir araştırma konusu. Aslında işin özü Güney Afrika’da bu söylemler konusundaki pratik teorinin ilerisinde. Zaten en temel mesele Thabo Mbeki’nin entelektüel-pratisyen olarak yaptığı ve söylemini kurduğu Afrika Rönesansı pratikte gösterdiği başarıyı teoriye taşıyamadı ve kıtayı kapsayan ve kıtayı aşan Afrika Rönesansı entelektüelini pek yetiştiremedi. Ama ben pratik anlamda Güney Afrika dış politika ufkunda bu yaklaşımın ana temel paradigma belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Güney Afrika’nın İsrail Soykırım Davası, BRICS’teki konumu ve G-20 üyesi olması kıtasal üstünlüğünü ve dünya ülkelerindeki konumunu nasıl etkilemektedir?
Güney Afrika’nın, BRICS üyeliğini ve G-20’deki konumunu kıtanın sesi olarak kullanmak istediğini az önce belirttim. Güney Afrika, İsrail’e yönelik soykırım davasına öncülük ederek aslında söylemsel anlamda kıtayı da aşan Küresel Güney’in sesi olmaya doğru ilerledi. Fakat İsrail davası iktidar partisi Afrika Ulusal Kongresi’nin sol ve ideolojik saiklerle motive olunmuş bir yaklaşımın ürünüydü. Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa dahil kilit aktörler ilk başta çekimserdi ve hatta dava açılmaması için uğraştılar. Fakat dönemin Dışişleri Bakanı Naledi Pandor özellikle Afrika Ulusal Kongresi’nin de desteğiyle bu süreci ilerletti, zaten seçim sonrasında da kendisi tekrar bakan yapılmadı. Burada şunu hatırlatayım, Güney Afrika’da parti yönetimi isterse devlet başkanını değiştirebilir, yani seçimde insanlar partiye oy veriyor ve parti parlamentoda bir kişiyi devlet başkanı seçiyor. Onun için Ramaphosa istememesine rağmen karşı çıkamadı. Daha önce parti kendisiyle uyuşmayan devlet başkanlarını görev süresi dolmadan görevden aldı.
Güney Afrika açısından İsrail’e karşı onun öncülüğünde açılan soykırım davası Güney Afrika’yı BRICS ülkelerinden ayıran bir özelliğe sahiptir. Bu tavrıyla Güney Afrika uluslararası değerlerin batıya rağmen savunmasını yapmıştır. Bu yönüyle BRICS ülkelerinin uluslararası sistemden daha fazla faydalanıp ama işlemeyen hukuk ve değer sistemine yönelik sessiz kalma tavrının ötesine geçmiştir. Bu durum Güney Afrika’ya farklı bir şekilde bakmayı gerektirir, ayrıca eski Apartheid karşıtı ve hukuksuzluğa karşı mücadele ruhunun yeniden kendini üretmesi olarak görmek lazım.
Batı dışı dünyanın geleceğinde, Afrika kıtasında Güney Afrika dışında öne çıkacak ve küresel ölçekte ses getirecek bir ülkeden söz etmek mümkün müdür? Özellikle kıtanın kuzey-güney dengesini göz önünde bulundurduğumuzda, Güney Afrika kıtanın sesi olmaya devam edebilecek mi?
Nijerya eğer kendi gölgesinden korkmasa kıtadaki en etkili güçlerden birisi olabilir. Fakat hem dini bölünme hem sosyo-ekonomik sorunlar hem de iş yapma tarzı açısından Nijerya’nın Güney Afrika kadar öne çıkma ihtimali kısa vadede görünmüyor. Normal şartlarda Güney Afrika yanından Mısır, Etiyopya, Kenya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Nijerya ve Senegal kıtadaki en etkili aktörler olabilir. Fakat bu aktörlerin hepsinin kendince iç veya bölgesel sorunları var ve bu nedenle şu ana kadar cesaret gösterip kıtasal liderliğe oynayamadılar. Bunu tek yapan Güney Afrika oldu. 1994 yılından beri yaşanan tecrübeye bakılınca aslından bu rolü fena oynamadıklarını net olarak söyleyebilirim.