Dünya tarihinin dönüm noktalarından biri hem Akdeniz’in hem Avrupa’nın hem de Afrika ve Amerika’nın tarihsel akışının kökten değiştiği 1492 yılıdır. Granada’nın düşmesiyle Endülüs’teki son Müslüman devlet ortadan kalkmış, böylece yaklaşık 800 yıllık İslam varlığı siyasî olarak İberya’dan silinmiştir. Bu olay yalnızca Müslümanların zorla Hristiyanlaştırılması ve kitlesel sürgünüyle sonuçlanmamış, aynı zamanda Akdeniz’in demografik, kültürel ve bilimsel yapısında büyük bir kırılma yaratmıştır. 1492 yılının küresel etkileri olan bir diğer olayı ise Kristof Kolomb’un Atlantik’i aşarak Amerika kıtasına ulaşmasıdır; Yeni Dünya’nın keşfi (!) Avrupa’nın dünya sistemindeki rolünü genişletmiş, sömürgecilik çağını açmış ve Atlantik üçgeni düzenini başlatmıştır. Hem Afrika’dan Amerika’ya zorunlu göçleri tetikleyen köle ticareti hem de Avrupa’nın Amerika’daki yayılması bu tarihten sonra başlamıştır.

Hassan el-Wazzan 1488’de Granada’da tam da bu olayların yaşandığı günlerde dünyaya geldi. 1492’de şehir İspanyolların eline geçince, binlerce Müslüman aile gibi onun ailesi de Fas’a göç etti. Hasan’ın hayatındaki ilk yurtsuzluk, daha çocuk yaşta Granada’dan Fez’e kaçışıyla başladı. İspanyolcayı çok iyi biliyor, İspanyolcanın Arap alfabesiyle yazıldığı Aljamiado geleneğini taşıyordu (Davis, 2014). Fez’de ise Maliki fıkhının diliyle, Arapçanın incelikleriyle, şiirin ritmiyle ve medrese eğitimiyle büyüdü; Kur’an’ı ezberledi, Arapça belagati ve retoriği öğrendi. Henüz on altı yaşındayken amcası ile Sahra’ya doğru ilk diplomatik yolculuğuna çıktı ve kısa sürede Fez Sultanlığı’nın güvenilir elçilerinden biri hâline geldi (Davis, 2014).
1504’ten 1518’e kadar Kuzey Afrika, Sahra ve Sudan bölgesinde dolaştı; Timbuktu, Gao ve Songhay topraklarında hükümdarlarla görüştü, Portekiz ilerleyişine karşı ittifak aradı, vergi ve asker topladı; Osmanlı donanmasının yükselişini gözlemledi, hatta Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesinin ardından İstanbul’a gelerek sultanı tebrik etti (Davis, 2014). Bu yıllarda İslam dünyasının siyasal coğrafyasını bizzat yaşayarak öğrenmişti.
1518’de Kahire’den Fez’e dönerken İspanyol korsanlarınca esir alındı. Onu yakalayan Pedro de Cabrera y Bobadilla onun değerli bir politik bilgi kaynağı olduğunu fark edince Roma’ya götürdü. O sırada Osmanlı İmparatorluğu, İspanya ve Portekiz’le hem Akdeniz’de hem Hint Okyanusu’nda rekabet hâlindeydi; bu nedenle Hasan, Avrupa için paha biçilmez bir istihbarat hazinesiydi (Davis, 2014). Roma’daki Castel Sant’Angelo’da yaklaşık on beş ay gözetim altında kaldı; İtalyanca öğrendi, Papa’nın adamları tarafından sorgulandı, Arapça ve Latince metinler okudu.

1520’de Papa X. Leo, Hassan el-Wazzan’ı görkemli bir törenle vaftiz ederek ona kendi ismini, Giovanni Leone adını verdi. Bu yeni isim, onu hem yeni bir kimliğin hem de Avrupa entelektüel çevresinin içine soktu. Roma’da Kardinal Egidio da Viterbo ve Jacob Mantino gibi düşünürlerle çalıştı; Arapça dersleri verdi, teolojik tartışmalara katıldı (Davis, 2014).
1523–1525 arasında Arapça–İbranice–Latince üç dilli bir sözlük hazırladı ve Kur’an’ın Latince çevirisinin hatalarını düzeltmekle görevlendirildi. Davis’in ifadesiyle Leo, “diller arasında yaşayan bir insan”a dönüşmüştü (Davis, 2014).
1520’lerin ortasında kaleme aldığı en önemli eser, Latince adıyla Cosmographia et geographia de Affrica— İtalyanca adıyla La Descrittione dell’Africa, yani Afrika’nın Tasviri‘dir. Bu eser Afrika’yı hem Arap–İslami kavramlarla hem de Avrupa haritacılığının diliyle anlatan benzersiz bir çalışmaydı. Leo kıtayı, Avrupa’nın hayal gücünün ürettiği canavarlarla dolu bir diyar olmaktan çıkarıp şehirleri, ticaret ağları, hamamları, âlimleri, kralları, kabileleri, ritüelleri ve gündelik hayatı olan çok katmanlı bir uygarlık coğrafyasına dönüştürdü. Timbuktu’nun kütüphanelerini altın ticaretinden bile daha değerli buldu; Fez hamamlarını, evlilik adetlerini, siyah ve beyaz Afrikalılar arasındaki ilişkileri ayrıntılandırdı. (Black, 2002).
1550’de Venedikli hümanist Giovanni Battista Ramusio tarafından yayımlanan bu eser, Avrupa’da modern Afrika bilgisinin temel kaynağına dönüştü (Black, 2002).
Afrika’nın Tasviri yalnızca bir coğrafya kitabı değil, aynı zamanda bir kültür tercümesidir. Afrikalı Leo, Arap coğrafyasının İfrîkiya, Mağrib gibi kavramlarını; Avrupa’nın Barbaria, Libya, Numidia gibi antik terimleriyle harmanlayarak hibrit bir sözlük oluşturur (Black, 2002). Leo’nun çizdiği Afrika, egzotik bir boşluk değil; medreseleri, pazarları, sufileri, hamamları, krallıkları ve hafızaları olan bir dünyadır. Natalie Zemon Davis bu metni “zafer coğrafyası değil, matem coğrafyası” olarak tanımlar; çünkü Leo, kıtanın güzelliklerini olduğu kadar istilalarını, yıkımlarını ve iç çalkantılarını da kaydeder (Davis, 2014).

Afrikalı Leo’nun kitabı yayımlandığında Avrupa’da Afrika hâlâ mit ve hurafelerle dolu bir yer olarak görülüyordu. İşte bu noktada Shakespeare’in Othello oyunu devreye girer. İlk defa 1604 yılında sahnelenen oyunla ilgili çalışma yapan İngiliz edebiyat araştırmacısı Malvern van Wyk Smith, Othello and the Narrative of Africa makalesinde, Shakespeare’in Othello’nun ağzından dile getirdiği “birbirini yiyen yamyamlar ve göğsünde başı olan adamlar” gibi korkunç imgelerin, dönemin Avrupa’sında Afrika hakkında dolaşan uzun bir efsaneler zincirinin parçası olduğunu söyler (Smith, 1990). Othello’nun trajedisinin derininde, Iago’nun entrikalarından önce, Afrika hakkında üretilmiş Avrupa anlatılarını içselleştirmesi yatar. Van Wyk Smith’in ifadesiyle: “Othello’nun büyüsü, hikâyenin büyüsüdür – ama bu hikâye Avrupa’nın Afrika üzerindeki hâkimiyet anlatısıdır.” (Smith, 1990).
Geçtiğimiz hafta Vatikan Devlet Başkanı Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyareti, pek çok kişide İslam-Hristiyanlık, Doğu-Batı karşıtlığı gibi tarihsel imgeleri canlandırdı. Bana ise beş yüz yıl önce yaşamış, Papa X. Leo tarafından vaftiz edilmiş Müslüman bir Afrikalıyı—Afrikalı Leo’yu hatırlattı. Onun yaşamı hem bireysel hem toplumsal travmaların içinden yeni yollar arayan, farklı dinler ve kültürler arasında entelektüel birikimiyle var olmaya çalışan, Yeni Dünya’ların keşfine rağmen- Eski Dünya’nın kadim hafızasını kendinden sonraki kuşaklara taşıyan bir Âlim’in hikâyesi olarak oldukça dikkat çekicidir.

İki dünya arasında yaşayan Afrikalı Leo’nun muhtemelen 1528’de Kuzey Afrika’ya dönerek eski adı Hasan el-Wazzan’ı yeniden aldığı ve hayatının geri kalanını yine bir Müslüman olarak sürdürdüğü düşünülmektedir. (Davis, 2014). Hayatı ve seyahatnamesi çeşitli çalışmalara konu olmuş, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo adlı romanı bu ilgiyi geniş kitleler üzerinde yeniden canlandırmıştır. Bazı araştırmacılar Shakespeare’in Othello’yu yazarken Leo’nun kitabından yararlanmış olabileceğini öne sürmektedir. (Smith, 1990).
Afrika tarihçisi olarak en temel sorumuza geri dönecek olursak “Bir kıtayı kim anlatmalı? Onu fethedenler mi, yoksa onu yaşayanlar mı?” Afrikalı Leo’nun cevabı açıktır. “Kıtayı anlamak için önce onun iç sesini dinlemek gerekir.” Afrika’nın Tasviri böyle bir dinlemenin ürünüdür—ve bu aynaya baktığımızda çoğu zaman gördüğümüz şey Afrika diye düşündüğümüz şeyin, Afrika’nın kendisinden çok, bizim önyargılarımız olduğudur.
Kaynaklar
Africanus, Leo, (1526) Cosmographia et geographia de Affrica.
Black, Crofton (2002) Leo Africanus’s Descrittione dell’Africa, of the Warburg and Courtauld Institutes , Vol. 65 (2002), pp. 262-272 Leo Africanus and His Worlds of Translation
Davis, Natalie Zemon, (2013) Afrikalı Leo, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2013.
Davis, Natalie Zemon, (2014). ‘Leo Africanus’ and His Worlds of Translation. In: Federici, F.M., Tessicini, D., (eds) Translators, Interpreters, and Cultural Negotiators. Palgrave Macmillan, London.
Maalouf, Amin, (1993) Afrikalı Leo, Yapı Kredi Yayınları.
Shakespeare, W. (2008), Othello, Yapı Kredi Yayınları.
Smith, Malvern van Wyk (1990) – Othello and the Narrative of Africa, Shakespeare in Southern Africa.

