Afrika genelinde kültürel koruma ve geleneksel değerler üzerine yapılan tartışmalar, giderek daha fazla biçimde sömürgeci ve misyoner miraslara dayanan muhafazakâr toplumsal gündemleri savunan güçlerce şekillendiriliyor. Genellikle cömert Batılı fonlarla desteklenen bu hareketler, kıtanın tarihsel olarak dinamik ve çeşitli kültürleriyle çelişen katı ve dışlayıcı değerleri dayatmayı amaçlıyor.
Bu dinamiğin yakın tarihli bir örneği geçen hafta Nairobi’de gerçekleşti. Afrika Hristiyan Profesyoneller Forumu tarafından düzenlenen İkinci Pan-Afrika Aile Değerleri Konferansı, “geleneksel” Afrikan aile değerlerini savunduğu iddiasıyla tepki topladı.
Konferansa destek veren yabancı kuruluşlar arasında, LGBTQ haklarına, üreme sağlığına ve kapsamlı cinsel eğitime karşıtlığıyla bilinen Center for Family and Human Rights (C-Fam) ve Family Watch International yer alıyordu.
Bazıları, ABD merkezli Southern Poverty Law Center tarafından nefret grubu olarak sınıflandırılan bu örgütler, görüşlerini doğal olarak Afrikalıymış gibi sunmalarına rağmen, aslında Batılı muhafazakâr kaynaklarla derin bağlara sahip.
Bu ikiyüzlülük, konferans öncesinde konuşmacı listesinin tamamının beyaz erkeklerden oluştuğunun ortaya çıkmasıyla daha da görünür hale geldi.
Etkinlikte katılımcılar, “evliliğin yeniden tanımlanması, ailenin zayıflatılması veya insan cinselliğinin değersizleştirilmesi” gibi gelişen eğilimlere karşı durmaya ve Afrikan ailesini “yeni sömürgecilikten” korumaya çağrıldı.
Ancak gerçekte, konferansta açıkça görülen gelenek koruma söylemi organik olmaktan çok uzak. Aksine, bu söylem, sömürge döneminde başlatılan bir modelin devamı niteliğinde. O dönemde imparatorluk güçleri, hem yerel kültürleri “korumak” hem de “medenileştirmek” bahanesiyle ataerkil normları ve katı toplumsal hiyerarşileri dayattı.
Misyoner ve sömürgeci kurumlar, Afrikan toplumsal yapıları Viktoryen ideallerle uyumlu hale getirebilmek için yeniden kurguladı ve yorumladı. Böylece, katı cinsiyet rollerini ve heteronormatif aile modellerini topluma yerleştirerek, bu düzeni destekleyen sözde kadim ve değişmez “gelenekler” uyduruldu.
Bu “gelenekler” ise Afrikalıları “asil vahşiler” olarak idealize eden, onların sözde “doğal” değerlere uyan, durağan bir kültüre hapsolmuş, Batılı toplumların yozlaşmışlığından korunması gereken varlıklar olduğu yönündeki bencil fikirler üzerine kuruldu.
Konferansın da gösterdiği üzere, yerel siyasi aktörler ve hükümetler bu tür gündemleri ya siyasi çıkarlar doğrultusunda ya da gerçekten muhafazakâr dünya görüşleriyle uyumlu oldukları için destekleyebiliyor. Bazı STK’ların da bu hareketlere destek vermesi, onları meşru gibi gösteriyor ve sömürgeci köklerinin üzerini örtüyor.
Nairobi’deki konferans, Kenya Kızılhaç Derneği’ni (KRCS) de tartışmaların odağına taşıdı. Konferansın, KRCS’nin ortak sahibi olduğu Boma Otel’de düzenlenmesi, kurumun etkinliği desteklediği yönünde eleştirilere neden oldu. KRCS, etkinlikle doğrudan ilgisi olmadığını ve otel yönetiminin günlük kararlarına karışmadığını belirtse de, bu durum insani yardım kuruluşlarının dahi farkında olmadan benzer tartışmalı yapılarla ilişkilendirilebileceğini gösteriyor.
Tarih boyunca insani yardım kurumları, sömürge projelerine dolaylı olarak katkı sağlamışlardır. Bu nedenle, sözde yerel değerlere dayanan fakat aslında sömürgeci gündemleri pekiştiren anlatıların ardındaki niyeti ayırt edememeleri şaşırtıcı değildir.
Buradaki temel sorunlardan biri, yardım sektörünün “sömürgesizleştirme” çağrılarına nasıl yaklaşacağı konusunda artan kafa karışıklığıdır. Bu sürecin bir boyutu, yerel değerler ve karşılıklı dayanışma pratiklerinin öncelenmesini kabul etmektir.
Ancak, söz konusu değerlerin gerçekten yerel mi yoksa sömürge mantığına hizmet eden kodlanmış değerler mi olduğunu eleştirel biçimde sorgulayamayan kurumlar, farkında olmadan zararlı gündemleri yeniden üretebilir.
Bu nedenle, Pan-Afrika Aile Değerleri Konferansı gibi etkinliklerde öne çıkan söylemlere karşı dikkatli olunması ve “sömürgesizleştirme” ile “sömürge mantığından kurtulma” (dekolonyalite) kavramları arasındaki farkın iyi anlaşılması gerekir.
İlk kavram genellikle gücün eski sömürgelere devredilmesine odaklanırken, ikincisi kolonyalizmin geride bıraktığı değer sistemlerini ve mantıkları sorgular.
1960’lar sonrası sömürgesizleşme döneminde, kolonyal mantığın kökten sökülmemesi, Afrika ülkelerinin pek çoğunu, sömürgeci yaklaşımları sürdüren elitler, devlet yapıları ve yönetim sistemleriyle baş başa bıraktı. Kenya da bu duruma örnek teşkil ediyor.
Bağımsızlıktan neredeyse dört yıl sonra, 1967’de tanınmış Kenyalı siyasetçi Masinde Muliro şöyle demişti: “Bugün siyah bir hükümetimiz var, ama bu siyah hükümet, sömürge yönetiminin uyguladığı aynı düzenlemeleri harfiyen uygulamaya devam ediyor.”
Benzer şekilde, yalnızca yerel aktörleri güçlendirmeye odaklanan yardım kuruluşları da, gerçekte sömürge döneminden kalma baskıcı değerleri “otantik Afrikan gelenekler” gibi yeniden çerçeveleyerek pekiştirme riski taşıyor.
Sömürgesizleştirmeyi, sömürgeci değer sisteminden arınmakla karıştırmak, zararlı ideolojilerin “kültürel koruma” kisvesi altında meşrulaştırılmasına yol açabilir. Bu sözde geleneklerin tarihsel kökenlerini tanımak, sadece insani yardım kurumları için değil, toplumların tamamı için hayati önem taşıyor.
Aksi halde, gelenek kisvesiyle baskı kuran hareketlere zemin hazırlanmış olur.
Verilecek ders nettir: Gerçek bir ilerleme için, sömürge mirasının günümüzdeki kültürel ve toplumsal normlar ile tartışmaları nasıl şekillendirmeye devam ettiğini sorgulamaya hazır olmalıyız. Ancak bu farkındalıkla, gerçekten kapsayıcı, çeşitli ve özgün Afrikan kimliklerine dayanan bir gelecek inşa edebiliriz.
Kaynak: El Cezire, Patrick Gathara