19 Mayıs 1925’te başlayan hayat yolculuğu, 40 yıl içinde yüzyılları dolduracak ibretli bir yaşantı ile 21 Şubat 1965’te noktalandı. Yani, vefatının da üzerinden koca 70 yıl geçti!
Onu anmak, anlamak ve anlatabilmek için plağı biraz daha geriye sarmamız gerekiyor.
19.yüzyılın ortaları… 1830’larda “Daddy” takma ismiyle gösteriler yapan ABD’li ‘beyaz’ oyun yazarı Thomas Dartmouth Rice insanlık tarihinin en utanç verici uygulamalarından birinin işaret fişeğini ateşliyordu. Yüzünü kömürle siyaha boyayarak sahneye çıkan ve oyunu boyunca siyahîlere hakaret eden Rice, “Jim Crow” ismini verdiği gösterisiyle kısa sürede kıtanın en meşhur karakterlerinden biri olmuştu. Jim Crow, Rice’ın sahnede canlandırdığı ilkel, pis, kaba ve insanlıktan nasibini almamış ve her türlü hakareti hak eden (!) karakterinin adı idi. Oyun öylesine yaygın bir kabul görmüştü ki, Amerikan toplumundaki siyah-beyaz ayrımı düşmanlığa dönüşmüştü. 1870’lerde başlayan ve 1960’lara kadar devam eden bu faşizm, eşi görülmemiş bir insanlık suçuna dönüşmüştü. “Jim Crow Yasaları” olarak bilinen kanunî düzenlemelerle siyahîlerin hayatları cehenneme dönmüştü. Politikacılar, bu faşist yasaları beyazları korumak (ırksal saflık) için çıkardıklarını iddia ediyorlardı. Basit bir sahne şovunun yol açtığı bu korkunç yarılma şöyle sonuçlandı: Siyahî ve beyaz çocuklar için ayrı okullar kuruldu. Fakat bu okulların eğitim kaliteleri kesinlikle eşit değildi. Trenler, otobüsler, lokantalar, parklar, tuvaletler, su çeşmeleri, tiyatrolar ‘white’ ve ‘colored’ olarak ırka göre ayrıldı. Bu ayrıştırmayı pekiştirmek için özel levhalar hazırlandı. Toplu taşıma araçlarında siyahîlerin oturacağı ikinci bölüme ‘colored passenger’ levhaları sabitlendi. Aynı duvara monte edilmiş iki lavabodan küçük ve kirli olana ‘colored’, beyaz ve büyük olana ‘white’ etiketi konuldu. Hatta siyahî seçmenlerin oy kullanmasını engellemek için okuma yazma testleri yapıldı. Irksal saflığın korunması gerekçesiyle bir siyahî ve beyazın birbirleriyle evlenmeleri dahi yasaklandı. Daha da ileri gidilerek kan bankaları bile ırklara göre ayrıldı.
AMERİKA’NIN KİRLİ GEÇMİŞİ
Bugün ‘özgürlükler ülkesi’ olarak anılan ABD’nin kanlı ve kirli geçmişi sadece “Jim Crow Yasaları” ile değil, İtalyan kaptan Kristof Kolomb’un Pinta, Nina ve St. Maria isimli üç gemi ile Amerika kıyılarına ulaştığı 1492 tarihinde başlar. Koca eski kıtada huzur içinde yaşayan milyonlarca Kızılderili ile keşiften sonra adayı bir üretim üssüne çevirmek için çalıştırılmak üzere gemilere doldurulup getirilen yüz binlerce Afrikalının gözyaşı ve kanı üzerine kurulmuştur buradaki yeni düzen. Sonrasında yüzlerce gemi anı amaçla bu yeni kıtaya dümen çevirmiştir.
Kıtanın o tarihe kadar bir adı bile yoktur. İtalyan kâşif Amerigo Vespucci’nin 1500’lü yılların başına kadar yaptığı yolculuklar Avrupa’da duyulur hale gelmiştir. Fırsatlar diyarı yeni kıta ile ilgilenen herkesin başvuru kaynağı Vespucci’dir. Alman haritacı Martin Waldseemüller, bu köle tacirinin isminin Latincesinden “America” kelimesini türetmiş ve çizdiği haritalarda yeni kıtayı bu adla işaretlemiştir.
Üç gemi ile başlayan sömürge harekâtı vahşi İspanyollar ve Portekizliler’in çıkarmasıyla soykırıma dönüşmüş ve dört asır süren katliamlar sonucu 70 milyonun üzerinde Kızılderili yok edilmiştir. Bir taraftan Kızılderililer yok edilmiş diğer taraftan ise ata yurtlarında huzurla yaşayan yüz binlerce Afrikalı, ayaklarına zincir vurularak veya gözleri bağlanarak adanın yeni sahibi beyazlara hizmet etmek için insan avcıları marifetiyle gemilere doldurulup getirilmiştir. Başını Virginia Şirketi ve Royal African Company’nin çektiği şirketler özellikle Afrika’nın batı sahillerinde insan avına çıkmışlardı.

KÖLE OLUNACAK: OL…
Acılar, kan, kin ve soykırım üzerine yeni bir sistem kuruluyordu. Bu sistem yine aynı yöntemle devlete dönüştürülüyordu.
Aralarında en demokrat ve insan haklarına saygılı olarak bilinen Thomas Jefferson bile 1776’daki eşitlik bildirgesine imza atmasına rağmen kendi çiftliğinde çalışan 150 siyahî köleyi bu kapsamın dışında tutmuştu.
Malcolm X’in 40 yıllık ömrüne sığdırdığı onurlu mücadelesini anlamak için Amerikan sisteminin kolonicilik zamanlarından 1960’lara kadar süregelen ve hatta bugün bile pek çok alanda devam eden ‘kölecilik’ sistemini iyi bilmek gerekiyor. Zorla yurtlarından getirilen ve üç kuruşa satılan kölelere ‘sözleşmeli hizmetkâr’ (indentured servant) statüsü vererek suçlarını hafifletmek istemiş olsalar da 1600’lü yıllardan itibaren bu sistem ırka bağlı kurumsal bir kölelik sistemi olarak kayıtlara geçmiştir. Yani kimin köle olacağı, ömür boyu kimin köle kalacağı, siyah kölelerin beyaz efendilerinden gayrimeşru çocukları olduğu takdirde onların da köle olarak anılacağı, din değiştirip Hıristiyan olsalar dahi statülerinin değişmeyeceği, isyan eden kölenin öldürülmesinin hak olduğu ve bu işlemin suç sayılmayacağı vs…
Örneğin, 1770’de 450 bin nüfuslu Virginia’da nüfusun yarısına yakını köle idi. Güney Carolina ve Mississippi gibi yerlerde köle oranı beyazlardan fazla, Maryland gibi yerlerde ise 200 bine yaklaşan nüfusun dörtte birini köleler oluşturuyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucusu George Washington en çok köle çalıştıran çiftlik sahipleri arasında idi. O yüzden Amerikan anayasası, eyaletlerin kongredeki temsil oranını tespit ederken, bir kölenin, özgür bir insanın ancak beşte üçü sayılacağı hükmünü getirmişti. Güney Amerika’daki şartlar ise daha ağırdı.
OTOBÜS BOYKOTU VE SONRASI
1830’dan 1930’a kadar geçen bir asırlık zaman diliminde siyahîler insanlık dışı muamelelere maruz kaldılar. Özellikle 1861’deki iç savaş ile 1929’daki ekonomik buhran durumu daha da ağırlaştırdı. Efendiler köleleri istihdam etmekte artık zorlanıyordu. Yüz binlerce siyahî işsiz kalmıştı. Bir kaos başlamıştı. Siyahîlere karşı alınan tedbirler insanî olmaktan çıkmaya başlamıştı. (Bu bahsi yazının girişinde özetlemeye çalışmış idik.) Irkçılık karşıtı eylemlere karşı sert önlemler alınıyordu. 1 Aralık 1955’te Rosa Parks adlı siyahî bir kadının, Jim Crow Yasaları gereği otobüste yerini bir beyaza vermediği için tutuklanması üzerine başlayan Montgomery otobüs boykotu tarihin de akışını değiştirdi. Martin Luther King Jr. önderliğinde bir yıl süren otobüs boykotu sonucunda Yüksek Mahkeme, Parks’ı haklı buldu. 1965’te siyahîlerin oy hakları için kalabalık bir grupla Alabama Selma’dan Montgomery’e yürüme istekleri trajik biçimde sonuçlandı. Ölenler ve yaralananlar oldu. Irkçılık karşıtı bu eylemler 1964’teki “Sivil Haklar Yasası”nın çıkmasını sağladı.
1776’da yayımlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde her ne kadar, “Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır ve aralarında yaşam, özgürlük ve mutluluğunu arama hakkı gibi Tanrı tarafından onlara verilmiş, onlardan ayrılamaz belirli haklara sahiptirler. Eğer herhangi bir devlet bunları ortadan kaldıran bir hale gelirse, onu değiştirmek veya yok etmek insanların hakkıdır” diye yazsa da hakikat çok farklı idi…
SAVRULAN HAYATLAR
İşte insanlık tarihinin en büyük hak arayışlarının yaşandığı bu tarihlerde bir kişinin gür sedası diğerlerinden biraz daha farklı duyuluyordu:
“Büyük zekâlar birlikte düşünür” diye haykıran; “En güzel öğüt örnek olmaktır” diyerek ahlakî bir kimlik inşa etmeye çalışan, “Zamana verdiğimiz değer başarı veya başarısızlığımızı belirler” düsturuyla kitleleri arkasından koşturan Malcolm X…
Malcolm Little işte böyle bir sosyal sıkışmışlık ikliminde, 19 Mayıs 1925’te Nebraska’da (Omaha) dünyaya geldi. Babası Reverend Earl Little, Baptist bir rahipti. Amerika’da siyahîlere uygulanan faşist uygulamalara karşı olan bu din adamına göre, ırkçılığın bitmesi için ırkdaşlarının geldikleri yere, Afrika’ya dönmeleri gerekmektedir. Şayet bu olursa ancak özgürlüklerine kavuşacaklardır. Reverend Earl Little’ın dört kardeşi beyazlar tarafından katledilmişti. Kendisi de 1931 yılında faili bulunamayan ancak biçimi itibariyle ‘siyah nefreti’ bir cinayet sonucu hayatını kaybetti. Küçük Malcolm ve yedi kardeşi Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından farklı farklı ailelere verildi ve uzun yıllar birbirlerinden haberleri olmadan büyüdüler. Eşi ölen ve çocuklarından da ayrı kalan anneleri akıl sağlığını yitirdi ve bir akıl hastanesine yerleştirildi.
Malcolm Little, 13 yaşına gelmişti. Islahevi Okuluna devam ediyordu. Buradaki uygulamaları pek anlamıyordu. Çünkü ‘beyaz’ arkadaşlarına hep ayrıcalık gösteriliyor, kendisi gibi olanlar dışlanıyordu. İçten içe bu duruma tepki göstermeye başlamıştı ama korkuyordu. Aslında çevresinde çok beyaz yoktu; yetkililer ve birkaç mahalle arkadaşı… Ama böyle de olsa uygulamaları yakından takip ediyor ve anlam veremiyordu. Aslında bu durum tek başına çocuk Malcolm’a çok etki etmiyordu ama ailesinin siyahîlerin hakları için mücadele etmesi üzerindeki baskıyı daha da artırıyordu.
Ülkenin dört bir yanında siyahîlere baskılar artıyordu. Bu puslu ortamda gel-gitlerle okula tutunmaya çalışan Malcolm için hayat hiç de kolay gitmiyordu. 14 yaşına geldiğinde ilk eylemini gerçekleştirecekti. Siyahîlere karşı örgütlenen ve ülkede büyük terör eylemleri yapan Ku Klux Klan adlı faşist örgüt bir gece yarısı zaten zor bela sığdıkları evi ateşe verdi. Bu baskında kimse hayatını kaybetmemişti ancak Malcolm’u derinden etkilemişti. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Olmadı da…

‘SENDEN AVUKAT OLMAZ!’
Okula, eve, mahalleye zor sığan Malcolm’un ruhu adeta bir mengeneye sıkışmıştı. Hayat giderek daha da zorlaşıyordu. İnadına derslerine sarılmıştı. Bu açıdan bir sorun yoktu ancak okulu bitirse ne olacaktı? Sonuçta bir zenci idi ve okulunu bitirse bile iş bulması imkânsızdı. O da renktaşları gibi ya garson olacaktı, ya biletçi, ya ayakkabı boyacısı veya inşaat işçisi. Çünkü başkalarına tanınmayan hak neden ona tanınsındı!
Aslında o başarılı bir avukat olmak istiyordu. Yaşadığı travmanın farkında olarak bu mesleği seçmişti. Şayet avukat olursa hak ve özgürlükler konusunda daha etkili çalışmalar yapacak, kendini ikinci sınıf gören ailesine, arkadaşlarına yardım edecekti. Fakat bir öğretmeniyle yaşadığı diyalog derin bir hayal kırıklığı yaşamasına neden oldu. Avukat olmak istediğini söylediği öğretmeni ona “Aklını başına al! Sen bir siyahsın ve bunun mümkün olmayacağını biliyorsun. Sen istersen marangozluğu düşün!” demişti.
Yıllar sonra öğretmeniyle yaşadığı bu diyalogla ilgili olarak şunu söyleyecekti: “Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim ama onun sizin yerinize düşünebileceği gelecek bütün beyazların siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi.”
Başarılı bir lise öğrencisi olmasına rağmen bu acı gerçekle yüzleşmek onu derinden etkiledi ve okulu bırakmaya karar verdi. Hiç düşünmeden hareket ederek Boston’daki üvey ablasının yanına gitti. Artık yeni bir dönem başlıyordu 16 yaşındaki Malcolm için… Ayakta durmak, kardeşine yük olmamak zorunda idi. Bir konser salonunda ayakkabı boyacılığı, sadece zencilerin gittiği bir lokantada garsonluk, Boston-New York hattında çalışan trenlerde sandviç sattı. Bu sayede New York’u tanıdı ve bu şehre yerleşmeye karar verdi. Bu karar hayatını derinden etkiledi. Siyahîlerin yaşadığı Harlem’den çok etkilenmişti. Ne kadar dürüst ve ahlaklı biri olarak yaşamak istese de bir süre sonra Harlem gerçeğine teslim oldu. Hırsızlık yaptığı gerekçesiyle 1946 yılında yani 21 yaşında demir parmaklıklarla tanıştı. Önce Charlestown Eyalet Hapishanesi, ardından da Concord Hapishanesi’ne yerleştirildi. Dışarıdan bakıldığında basit bir adlî vaka olan hadise, Malcolm Little’ın hayatını kökünden değiştirecekti.
HAPİSHANE DÖNÜM NOKTASI
Siyahîler de örgütlenmişti. Beyaz faşizme karşı ‘zenci milliyetçiliği’ni savunan ve bu konuda örgütlü çalışmalar yapan Elijah Muhammed’le tanıştı. Beyazların dini olarak gördüğü Hıristiyanlığa sempati duyamıyordu. Hatta nefret derecesinde Hıristiyan karşıtı sayılabilirdi de… Cezaevinde en büyük kazancı bir kısmı Müslüman olan kardeşleri ve yeni dostlarından aldığı mektuplar olmuşu. 1948’in sonlarına doğru üçüncü durağı Norfolk Hapishanesi’ne nakledildi. Kardeşleri aracılığıyla Elijah Muhammed’le de mektuplaşmaya başladı. Kalbinde derin bir boşluk olduğunu hisseden genç adam aldığı her mektuptan sonra bu boşluğun biraz daha dolduğuna ikna oluyordu. Dolayısıyla Elijah’nın görüşlerini benimsemesi kolay oldu.
Yıl 1952 olmuştu. 6 yıllık cezası biten Malcolm, hapisten çıkınca Elijah Muhammed’in liderliğini yaptığı Nation of Islam (İslam Milleti) hareketine katıldı. Hapishane öncesi ile sonrası arasında büyük bir fark vardı. Kafası karışık, sürekli öfkeli olan Malcolm gitmiş enerjik, teşkilatçı ve çok hareketli bir genç adam gelmişti. Elijah, ele avuca sığmayan Malcolm’u teşkilatın pek çok noktasında görevlendirmişti. Son olarak ise Harlem’e gönderdi.
Malcolm Little gitmiş Malcolm X gelmişti! “X” harfini neden kullandığını “davanın isimsiz bir hizmetçisi olduğunu simgelediği için” tercih etmişti.
Bu yeni hayat Malcolm X için olağanüstü idi. Elijah Muhammed’in bir dediğini ikiletmiyor, onun adına kararlar alıyor, o nasıl hareket ediyorsa öyle davranıyordu. Bilgili ve şeditti. ‘Beyaz adam’ onun için şeytandı ve bu şeytanın zulmünden kurtulmak için korkusuzca mücadele etmek gerekiyordu. Harlem ve daha başka zenci mahallelerinde ismi efsaneleşmeye başlamıştı. Gittiği her yerde büyük kitleleri etrafına topluyordu. Zenci milliyetçiliğinin en etkin liderlerinden biri haline gelmişti. İslam Milleti adına televizyon ve radyo programlarına katılan, gazetelere demeç veren ve yazılar yazan Malcolm sayesinde 1951’de üye sayısı 500 olan hareketin üye sayısı 1963’te 30 bine çıkmıştı.
ELİJAH’LA YOLLAR AYRILIYOR
Bu kadar kısa süre içinde büyük bir üne kavuşan Malcolm, hayatını biraz yavaşlatmak istiyordu. Nation of Islam’da görüp beğendiği Betty’ye evlenme teklifinde bulundu. Betty zaten çok beğendiği bu genç adamın teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Ocak 1958’de evlendiler. Bu evlilikten biri kız, dört çocukları dünyaya geldi. Çocuklarına Atilla, Kubilay, İlyas ve Cemile isimlerini verdi.
Her şey yolunda gidiyor gibi olmasına rağmen Malcolm’un önlenemez yükselişi Elijah ve çevresindeki bazı isimleri rahatsız etmeye başlamıştı. Kurtarıcısı olarak gördüğü bu adamın özel hayatını beğenmiyordu. İslam adına yola çıkan, kitleleri harekete geçiren ve teşkilatına “İslam Milleti” adını veren Elijah Muhammed’in iki eski sekreterinin kendisine babalık davası açması Malcolm’u sarstı. İki kadın da çocuklarının babasının Elijah olduğunu iddia ediyordu. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, 22 Kasım 1963’te Amerika Başkanı Kennedy’ye bir suikast düzenlenmiş, başkan hayatını kaybetmişti. Elijah, bu olayı bahane ederek Malcolm’a üç ay süreyle konuşma yasağı getirmişti. Bu hadise ikili arasındaki iplerin kopmasına neden oldu. Elijah, bir zamanlar yoldaşı olarak şerefle yanında tuttuğu genç adama karşı bir karalama ve iftira kampanyası başlatmıştı. Onun zenciler üzerindeki etkisini azaltmak ve hatta yok etmek için basına beyanlar veriyordu. Uzun tartışmalar yaşanıyordu.
Amerika’da siyahîlerin hayatı çok zordu. Kuzey-Güney savaşı sırasında yaşanan kırılmalardan sonra zenciler için hiç kuşkusuz en büyük dönüşüm İslâmiyetle tanışmaları olmuştu. Kölelikten amaçsız bir yığına dönüşen siyahîlerin hayatlarına bir anlam getiren Müslümanlık, Malcolm ve arkadaşlarının sayesinde fark edilir biçimde yayılmaya başlamıştı. Kur’an, sünnet, Hazreti Peygamber Amerikan kültürüne kurtarıcı imgeler olarak girmişti. Malcolm X, işte bu büyük devrimin lideri idi…
Elijah Muhammed’le dönüşü olmayacak şekilde yollarını ayıran Malcolm X, 1964’te Nation of Islam hareketinden de koptu. Kendisini yorgun hissediyordu. Biraz da pişman… Uzaklaşmalı idi. Ailesine zaman ayırmak, dinin icaplarını yerine getirmek istiyordu. Önce hacca gitmeliydi. Sonra da İslâm ülkelerini ziyaret etmeliydi. Öyle de yaptı. Fakat çıktığı uzun yolculukta derin sarsıntılar yaşadı. İslâm ülkelerinde o kadar çok ilgi görüyordu ki, ziyaretleri bu ilgi yüzünden uzun sürüyordu: “Gittiğim her yerde biraz daha kalmam için ısrar ettiler. Bu yüzden her ülkede, planladığımdan fazla kalmak zorunda kaldım. Müslüman dünyada, Amerikalı bir Müslüman olduğumu öğrenince, hemen seviyorlardı beni.”
HACDAN SONRA YENİ BİR HAYAT
1949’da hapishanede tanıdığı topluluğun önerdiği İslâm’la Mekke’de gördüğü din birbirinden çok farklı idi. Hac için dünyanın dört bir yanından gelen rengi, dili farklı yüz binlerce Müslüman, Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyetle ibadetlerini yapıyor, herkes birbirine muhabbetle davranıyordu. Ne zenci ırkçılığı ne de şımarık beyaz faşizmi vardı. O güne kadar kendisine anlatılan ve öğretilen din bu değildi:
“İslâm dünyasına geldim geleli on bir gün oluyor; o gün bu gündür de gözleri maviler mavisi ve saçları sarılar sarısı ve tenleri beyazlar beyazı olan Müslüman kardeşlerle aynı Yaratıcıya inandığımız için aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaktan içmekteyiz, aynı yataklarda (ya da aynı halılarda) uyumaktayız. Ve yine, ‘beyaz’ Müslümanların sözlerinde, davranışlarında, tutumlarında; Nijerya’dan, Sudan’dan, Gana’dan gelen Afrikalı siyah Müslümanların gösterdikleri samimiyetin aynısını bulmaktayım. Hepimiz de gerçekten ‘kardeş’ gibiyiz, çünkü bu insanların aynı ilaha yönelen inançları; kafalarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, davranışlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları, ruhlarındaki tüm ‘beyaz’ imajları silip atmıştır.”
Malcolm X için yepyeni bir dönem başlamıştı. Kalbi daha dingin, ne istediğini biliyor ve artık hakikatin balkonundan dünyaya bakıyordu. Malcolm Little, Malcolm X gitmiş el-Hac Mâlik eş-Şahbâz gelmişti. O güne kadar İslâm adına yaptıklarının tam anlamıyla ırkçılık olduğunu görmüştü. “Beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir” düsturuna bağlanmıştı. Yeni Malcolm, Malik Şahbaz, yeni düşünceleri donanarak Amerika’nın yolunu tuttu. Hiç ara vermeden ‘siyah-beyaz kardeşliği’ni merkeze alan çalışmalara başladı. Demokrat ve insan haklarına saygılı beyazlarla işbirliğine açıktı. Irkçılık meselesinin bir ‘insan hakları’ meselesi olduğunu anlatıyordu. Müslüman Camii (Muslim Mosque) ve AfroAmerikalılar Birliği Organizasyonu’nu (Organization of Afro-American Unity) kurdu.

BİLEREK ÖLÜME YÜRÜMEK
Bir zamanlar siyahîlerin haklarını korumak için kelle koltukta mücadele eden genç adam için şimdi daha zorlu bir süreç başlamıştı. Bir yanda FBI takibi, diğer yanda her iki kesimin ırkçılarının tehditleri, dahası bir dönem yan yana yürüdüğü Elijah Muhammed ve örgütünün ihaneti ile çepeçevre sarılmıştı. Sık sık ölüm tehditleri almaya başlamıştı. Bazı suikast girişimlerinden kurtulmuştu ancak çocukluğunun travması ile yine yüzleşmek zorunda kalmıştı. Karlı bir gecede, 15 Şubat 1965’te eşi Betty ve dört evladıyla birlikte yaşadığı evi ırkçılar tarafından bombalanmış, alevlerin arasından çıkarak canlarını zorlukla kurtarabilmişlerdi.
Fakat düşmanları uyumuyordu. Bu olaydan 6 gün sonra, 21 Şubat 1965’te Harlem’deki Audubon Balo Salonu’nda bir konuşma yapıyordu. Kürsüde, “esselamü aleyküm” diyerek başladığı sözlerine yüzlerce dinleyiciden “ve aleykümselam” karşılığı aldıktan hemen sonra o korkunç an yaşandı. Yanına yaklaşan 3 kişinin silahından çıkan 15 kurşunun hedefi oldu. Hastaneye kaldırılan Malik Şahbaz tüm müdahalelere rağmen hayata tutunamadı ve dünyaya gözlerini kapadı. Büyük devrimcinin cenazesi binlerce kişinin katılımıyla 27 Şubat’ta ebediyete uğurlandı.
Cinayet fail-i meçhul olarak kayıtlara geçmiş olsa bile işin arkasında CIA ve Elijah örgütünün olduğu iddiası yıllardır farklı kaynaklarda yazılmıştır.

EV ZENCİSİ- TARLA ZENCİSİ
Malcolm X’in Michigan Eyalet Üniversitesi’nde yaptığı konuşma onun hakikat yolculuğunun da özeti gibidir. Yıllarca “ev zencisi”-“tarla zencisi” metaforuyla konuşmaları renklendiren bu konuşmanın bir bölümünü yazımızın sonuna alalım:
“(…) Yani iki tür zenci var. Eski tür ve yeni tür. Çoğunuz eski türü biliyorsunuz. Kölelik döneminde onun hakkında tarih okuduğunuzda ona ‘Uncle Tom’ deniyordu. O ev zencisiydi. Ve kölelik döneminde iki zenci vardı. Ev zencisi ve tarla zencisi vardı.
Ev zencisi genellikle efendisinin yakınında yaşardı. Efendisi gibi giyinirdi. Efendisinin ikinci el kıyafetlerini giyerdi. Efendisinin masada bıraktığı yemekleri yerdi. Ve efendisinin evinde yaşardı -muhtemelen bodrumda veya çatı katında- ama yine de efendisinin evinde yaşardı.
Yani o ev zencisi kendini her tanıttığında, kendini her zaman efendisinin kendisini tanıttığı şekilde tanıtıyordu. Efendisi, ‘İyi yemeğimiz var’ dediğinde, ev zencisi, ‘Evet, bol miktarda iyi yemeğimiz var’ diyordu. ‘Bizim bol miktarda iyi yemeğimiz var’. Efendisi, ‘Burada güzel bir evimiz var’ dediğinde, ev zencisi, ‘Evet, burada güzel bir evimiz var’ diyordu. Efendisi hasta olduğunda, ev zencisi kendini efendisiyle o kadar çok özdeşleştiriyordu ki, ‘Ne oldu patron, hasta mıyız?’ diyordu. Efendisinin acısı onun acısıydı. Ve efendisinin hasta olması, kendisinin hasta olmasından daha çok canını acıtıyordu. Ev yanmaya başladığında, bu tip zenciler efendisinin evini söndürmek için efendisinin kendisinden daha çok çabalardı.
Ama sonra tarlada başka bir zenci daha vardı. Ev zencisi azınlıktaydı. Kitleler – tarla zencileri kitleydi. Onlar çoğunluktaydı. Efendi hastalandığında, onun ölmesi için dua ederlerdi. Evi yanarsa, bir rüzgârın gelip esintiyi körüklemesi için dua ederlerdi.
Birisi ev zencisine gelip, ‘Hadi gidelim, ayrılalım’ dese, o Amca Tom doğal olarak, ‘Nereye gidelim? Patron olmadan ne yapabilirim? Nerede yaşarım? Nasıl giyinirim? Bana kim bakar?’ derdi. İşte ev zencisi. Ama tarla zencisine gidip, ‘Hadi gidelim, ayrılalım’ deseniz, size nerede veya nasıl olduğunu bile sormazdı. ‘Evet, gidelim’ derdi. Ve bu tam orada biterdi.
Yani şimdi yirminci yüzyıl tipi bir ev zencisine sahipsiniz. Yirminci yüzyıl Tom Amca. O da bugün tıpkı 100 ve 200 yıl önce olduğu kadar bir Tom Amca. Sadece o modern bir Tom Amca. O Tom Amca başının etrafında bir mendil taşıyordu. Bu Tom Amca silindir şapka takıyor. Şık. Tıpkı sizin gibi giyiniyor. Aynı ifadeleri, aynı dili konuşuyor. Sizden daha iyi konuşmaya çalışıyor. Aynı aksanlarla, aynı diksiyonla konuşuyor. Ve siz ‘sizin ordunuz’ dediğinizde, o ‘bizim ordumuz’ diyor. Onu savunacak kimsesi yok ama siz ‘biz’ dediğinizde o ‘biz’ diyor. ‘Başkanımız’, ‘hükümetimiz’, ‘senatomuz’, ‘kongre üyelerimiz’, ‘bizim şumuz ve bumuz.’ Ve o ‘bizim’de sıranın en sonunda bile bir koltuğu yok. Yani bu yirminci yüzyıl zencisi. ‘Sen’ dediğinizde, tekil veya çoğul haldeki kişisel zamir, bunu sizinle birlikte kullanıyor. Başınız dertte dediğinizde, ‘Evet, başımız dertte’ diyor.
Ama sahnede başka bir tür siyah adam daha var. Başınızın dertte olduğunu söylerseniz, ‘Evet, başınız dertte’ diyor. Kendisini sizin sıkıntınızla hiçbir şekilde özdeşleştirmiyor.”
Kaynak: Mücerret