Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nde Dr. Öğr. Üyesi Hatice Uğur, 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. Zanzibar’ı ‘Afrika’nın kapılarından biri’ olarak ifade eden Dr. Hatice Uğur, bu konudaki çalışmasını ‘Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zanzibar’ adıyla yayımladı.
“Bugün hâlâ ‘Osmanlı Afrikası’nın peşindeyim” diyen Dr. Uğur, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ile Zanzibar arasındaki etkileşimleri derinlemesine inceledi.
Şu anda Marmara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Dr. Uğur, 2024-2025 yıllarında Humboldt Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak Osmanlı sonrası Afro-Osmanlı mirasını küresel Afrika diasporası çerçevesinde araştırmaktadır.
Zanzibar’ı düşündüğünüzde, tarihinden çok günümüzle ilgili hangi özellikleri öne çıkarırsınız? Bugün Zanzibar’a dair sizi en çok etkileyen şey nedir?
Zanzibar, Doğu Afrika sahilinde, Batı Hint okyanusunda Unguja (Zanzibar) ve Pemba isimli iki büyük ada ile çevresindeki irili ufaklı adalardan oluşan bir bölgedir. İdarî olarak Federal Tanzanya Devleti’ne bağlı Zanzibar’da bugün yaklaşık bir milyon kişinin yaşadığı bilinmektedir. Göreceli olarak küçük bir ada (ya da adalar topluluğu) olmasına rağmen, adının çağrıştırdığı şekliyle “siyahlara açılan kapı” gibidir.

Afrika’nın kapılarından biridir.
Tarih boyunca Hint okyanusundan Muson rüzgarlarıyla gelen Hintli ya da Arap tüccarlar için Afrika’ya açılan kapı iken, Afrika kıtasının da Batı Hint okyanusu dünyasına açılan kapısıdır. Bugün süslü, oymalı ahşap kpılarıyla meşhur Zanzibar için “kapı” metaforunu kullanmayı tercih ediyorum. Bölgenin tarihsel çeşitliliğini, Arap, Hint ve yerel Afrika kültürlerinden beslenen katmanlı dünyasını çok iyi temsil ettiğine inanıyorum.

Tabi bu kapı metaforunun Zanzibar’ın “baharat adası” olarak bilinmesini gölgelememektedir. Umman Sultanlığının başkentini 1832 yılında Zanzibar’a taşımasıyla, küresel baharat üretim merkezlerinden biri haline gelen Zanzibar, bu tanınırlığı bizim de Türk mutfağında fazlasıyla tükettiğimiz “karanfil” baharatına borçludur.


Sultan Seyyid Said 19. Yüzyılın ikinci yarısında burada çok büyük karanfil plantasyonları kurmuş, zamanla tarçın, zencefil ve karabiber gibi baharatların üretimiyle “baharat adası” unvanını elde etmiştir. Zanzibar bu özelliğini tarihsel ve kültürel bir kimlik olarak günümüze kadar taşımıştır.
Zanzibar’ın ayrıca Afrika’nın en önemli müzik türlerinden biri olan Taarab müziğinin, tarihsel olarak icra edildiği en önemli merkezlerden biri olması oldukça önemli bir özelliği. Zanzibar Sultanı, Sultan Bargaş 1875 yılındaki Londra gezisinden dönerken Mısır’ı ziyaret eder ve orada özellikle sarayda icra edilen müziği Zanzibar sarayında da tatbik ettirir.

1920’li yıllarda Siti binti Saad ile saraydan halka taşınan bu müzik bölgenin hala en önemli müziklerinden biridir. Ben güncel formlarından ziyade erken dönem eserlerini daha çok beğeniyorum.
Peki tarihsel sürece baktığımızda Zanzibar ile Türkiye’nin ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun ilişkileri nasıldı; siz hangi aşamalardan geçerek Zanzibar tarihini çalıştınız?
İlk olarak; 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesinde Tarih bölümünde yüksek lisans yaparken, tezimle ilgili araştırma için Osmanlı arşivine gitmiştim. O zaman dijital kataloglar yoktu; belge özetlerinin derlendiği kalın kitapların içinden sırayla taramalar yapıyordum; bu sırada daha önce varlığından haberdar olmadığım “Afrika-yi Osmani” diye bir isim tamlaması ile karşılaştım. Osmanlı’nın Afrikası. O günlerde Afrika ile ilgili çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı; ama yüzyıldan daha eski bir belgede “Osmanlının Afrikası” diye bir durumdan bahsediliyordu. Yirmi beş yıl önce bu konuyu “Osmanlı Afrikası” başlığı altında kavramsallaştırarak bir tez yazdım.
Bugün hala “Osmanlı Afrikası”nın peşindeyim.
Ama güzel olan şu ki, yurtiçinde ve yurtdışında birçok tarihçi/sosyal bilimci bu kavramsallaştırmayı öylesine benimsediler ki, birçok çalışmada yer aldı.
Osmanlı Afrikası kavramı ile neyi kastediyorsunuz peki? Tam olarak neyi ifade ediyor?
“Osmanlı Afrikası” kavramı geç. 19. Yüzyıldaki birçok arşiv belgesinde, harita başlıklarında, atlaslarda ya da coğrafya kitaplarında Osmanlı imparatorluğunun Afrika kıtasındaki topraklarını tanımlamak için kullanılan bir kavram. İlk defa ne zaman kullanıldığını kesin olarak bilmemekle birlikte 1885 yılındaki Berlin Konferansından sonra; 1890’lı yıllardan itibaren kullanıldığını söyleyebiliriz.

Şemseddin Sâmi’nin meşhur eseri Kâmûsü’l-Âlâm’ında “Afrika-yı Osmanî” ifadesi, Süveyş Kanalı’ndan başlayıp Fas’a kadar uzanan bölgedeki Osmanlı varlığını tanımlamaktaydı. Daha somut söylemek gerekirse, Trablus ve Bingazi vilayetleri, Tunus Emirliği, Cezayir ve Mısır Vilayeti bu sınırlar içerisindeydi. Trablus ve Bingazi birlikte “Osmanlı Berberistanı” olarak anılıyordu ve bu bölge, Sahra Çölü’ne kadar uzanıyordu. Tunus Emirliği ise Trablus ile Cezayir arasında yer alıyordu ve 1881’e kadar Osmanlı idaresindeydi. Cezayir de aynı şekilde Osmanlı sisteminin bir parçasıydı; batısında Fas, doğusunda Tunus vardı. Mısır ise ayrı bir öneme sahipti. Hıdivlik statüsündeydi ve Akdeniz’den başlayarak Nil Nehri’nin güney sınırlarına kadar uzanıyordu.
Mısır’a bağlı olan Sudan topraklarına “Sudan-ı Mısrî” denirdi ve bu alan Nubiya, Kordofan, Darfur, Yukarı Nil gibi bölgeleri kapsıyordu. Ayrıca Kızıldeniz kıyısındaki Suakin ve Massava gibi limanlar da buradan yönetilirdi. İşte tüm bu bölgeler dönemin haritalarında “Afrika-yı Osmanî” olarak adlandırılıyordu. Yani aslında Osmanlı’nın Afrika’daki etkisi, sadece siyasi değil, aynı zamanda coğrafi ve idari olarak da oldukça geniş bir alanı kapsıyordu.
Afrika-yi Osmani ile Zanzibar Sultanlığı arasındaki ilişkiler nedir peki? Bu konuya yönelmenizin sebebi neydi?
Osmanlı İmparatorluğu ile Zanzibar Sultanlığı arasındaki ilişkiler, özellikle 19. yüzyılın sonlarında Afrika’nın giderek daha karmaşık hale gelen yapısını anlamak açısından çok değerli ipuçları sunuyor. Bu ilişkiler, sadece siyasi değil; aynı zamanda dini, kültürel ve diplomatik açılardan da çok katmanlı bir yapıya sahip.
Önceki çalışmalarımda sıkça Osmanlı kaynaklarında geçen “Afrika-yı Osmanî” terimi üzerinde durdum. Bu kavram, genelde Osmanlı’nın yukarıda tanımladığım bölgelerdeki varlığını anlatmak için kullanılır. Fakat ben bu terimi yalnızca coğrafi sınırlara hapsetmek yerine, Osmanlı’nın Afrika’yla kurduğu çok daha geniş bir ilişki ağının bir göstergesi olarak ele aldım. Başka bir deyişle, “Afrika-yı Osmanî” kavramının mekânsal sınırlarını sorguladım ve bu anlayışın, Osmanlı topraklarının ötesine geçtiğini savundum.
Bu çerçevede özellikle Doğu Afrika’daki Zanzibar Sultanlığı’nı önemli bir örnek olarak inceledim. Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren Afrika’daki yerel Müslüman güçlerle nasıl ilişkiler kurduğunu, bu ilişkilerin hem siyasi hem dini açıdan nasıl anlamlandırıldığını Osmanlı arşiv belgeleri üzerinden değerlendirdim. Zanzibar bu noktada hem bir sınır örneği hem de bir geçiş alanı olarak dikkat çekiyor.
Aslında Osmanlı’nın doğrudan idaresi altında değil o zaman Zanzibar Sultanlığı, değil mi?
Evet, değil. Ama sömürgecilik çağında (Berlin konferansı sonrası süreç) her iki devlet arasında karşılıklı ilişkiler vardı: Çoğu zaman mektuplaşmalar, nişan ve unvan tevcihleri, elçi gönderimleri ve Zanzibar Sultanlarının Hicaz ve İstanbul ziyaretleri oldu. Osmanlı sultanı, İslam dünyasının halifesi olarak kabul görülüyordu Zanzibar’da; camilerde halife adına hutbe okutuluyor. Trablusgarp savaşı sırasında Hilal-i Ahmer’e yardım toplanıyordu. Bu ilişkiler çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasının en doğusunda ve en güneyinde devlet düzeyinde temasta bulunduğu önemli bir bölge.
Peki 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı ile Zanzibar arasındaki ilişkileri nasıl değerlendirmeliyiz? Bu dönemde bu ilişkiler neden önemliydi?
Bu dönemi anlamak için, özellikle iki Müslüman devlet arasındaki karşılıklı etkileşimi dikkate almak gerekiyor. Sultan II. Abdülhamid’in 1876–1908 yılları arasındaki hükümdarlığı boyunca, Osmanlı Devleti yalnızca kendi toprakları içindeki Müslümanlarla değil, dünyanın dört bir yanındaki İslam topluluklarıyla daha bütüncül bir ilişki ağı kurmayı hedefledi. Abdülhamid’in bu bağlamda en önemli politik araçlarından biri halifelik kurumuydu. Bu unvanı yalnızca dini bir simge olarak değil, küresel düzeyde Müslümanlar üzerindeki manevi ve siyasi etkisini güçlendirmek için kullandı. Özellikle Doğu Afrika’da, Zanzibar gibi yerlerle kurulan ilişkiler, bu pan-İslamist vizyonun bir uzantısı olarak görülebilir.
Nitekim 1876’dan 1906’ya kadar olan süreçte, Osmanlı Devleti, Zanzibar Sultanları ile resmi ilişkiler kurmaya çalıştı. Bu ilişkiler çoğunlukla diplomatik yazışmalar ve sembolik jestler üzerinden yürüdü. Osmanlı arşiv belgelerinde bu döneme ait resmi yazışmalar oldukça zengin bir kaynak sunmaktadır. Bu belgeler, yalnızca Osmanlı Devleti’nin niyet ve tutumunu değil, aynı zamanda Avrupa sömürgeciliğinin gölgesinde şekillenen Doğu Afrika’daki Müslüman kimlik ve güç ilişkilerini de anlamamız noktasında da bize yardımcı olmaktadır.
Dolayısıyla Zanzibar ile kurulan bu temaslar, sadece ikili ilişkiler değil, aynı zamanda 19. yüzyıl sömürgeciliği, Osmanlı devletinin hem Afrikalı yerel güçlerle hem de bölgedeki Avrupalılarla kurduğu ilişki açısından daha global bir bağlamda okunmalı. Bu perspektif bize daha geniş bir tarihsel tablo sunuyor.
Zanzibar’ın tarihindeki en ilginç anekdotlardan biri sizin için nedir? Hem Osmanlı dönemini hem de Zanzibar’ın kendi kültürel mirasını kapsayan bir anekdot paylaşır mısınız?
Elbette, doktora tezimi yazarken karşılaştığım bir belge vardı. Mikro tarihçilik açısından kıymetli olabilecek bu belgeyi tezimde kullanamadım ama Zanzibar yemek kültütü üzerine hazırlanan bir belgesel programı için metin olarak hazırladım. 1891 tarihli Osmanlı arşiv belgelerinde karşımıza çıkan bu belge hem Osmanlı’nın uzak coğrafyalarla kurduğu ilişkilerin insani boyutuna, hem de Zanzibar’ın çokkültürlü saray hayatına dair biraz ipuçları barındırıyor gibidir.
Şöyle ki, Bolu’nun Gerede kazasından Halil İbrahim Ağa, 1885 yılında Hac farizasını yerine getirmek üzere yola çıkar. Ancak bu yolculuk, onun için sadece bir ibadet ziyaretiyle sınırlı kalmaz. Ailesinin edindiği bilgiye göre – muhtemelen hac dönüşü tanıdıkları aracılığıyla ya da nadiren gelen mektuplarla – Halil İbrahim Ağa, Hicaz’dan sonra Zanzibar’a geçer ve Sultan Seyyid Bargaş’ın hizmetine girer. Bir Osmanlı aşçısı olarak Zanzibar Sarayı’nda görev almaya başlar.
Aradan altı yıl geçer. Gerede’deki 90 yaşındaki annesi ve eşi, Halil İbrahim’in hâlâ dönmemiş olmasından endişelidir. Hem maddi olarak zor durumdadırlar hem de haber alamamanın verdiği belirsizlikle baş etmeye çalışırlar. Son çare olarak, İstanbul’a bir dilekçe göndererek Devlet-i Aliyye’den yardım isterler: Zanzibar’daki temsilcilikler aracılığıyla Halil İbrahim Ağa’ya ulaşılsın ve memlekete dönmesi sağlansın.
Ne var ki bu girişim sonuçsuz kalır. Zira Osmanlı’nın o dönemde Zanzibar’da daimî bir elçiliği bulunmamaktadır. Halil İbrahim Ağa memlekete döndü mü, döndüyse ne zaman ve nasıl – bilmiyoruz. Ancak elimizdeki belge, onun yetenekli bir Osmanlı aşçısı olarak, Zanzibar Sarayı’nın mutfağında görev yapmış olabileceğini düşündürüyor. Belki de Sevahili kıyılarında, egzotik baharatlarla Osmanlı yemeklerini harmanlayarak, sultanın sofrasına yeni tatlar kazandırmıştır.
Bu mikro anlatı, Osmanlı-Zanzibar ilişkilerinin sadece diplomatik belgelerle değil, sıradan insanların hayatları üzerinden de izlenebileceğini gösteren nadir örneklerden biri olarak buraya not düşmüş olalım.