Kamerun’un Douala şehrinde sokaklar, meyve tezgahları ve gecekondu mahallelerinin canlılığı arasında yazarımız, Afrika’nın ruhunu ve insanlarını keşfetmek için adım adım dolaşıyor. “Kamerun’da Durmuştu Zaman”ın yazarı Cihan Aktaş bu keşif sürecini, romanın ana karakteri Yiğit’in psikolojik yolculuğuyla, Douala’daki gündelik yaşam ve tarihsel dokunun iç içe geçtiği bir anlatıyla okura aktarılıyor.
Uzun süre Douala’da kalarak şehrin gündelik yaşamını ve toplumsal dinamiklerini gözlemleyen Aktaş, Kamerun’un sömürgecilik sonrası ruhu, gençlerin eğitim ve iş arayışı, aile dayanışması ve çift ilişkileri gibi konuları romanına yansıttı. Douala’da yaşadığı deneyimler, Yiğit’in kendini keşfetme sürecine ve şehirle kurduğu bağa derinlik kazandırıyor.
“Kamerun’da Durmuştu Zaman” kitabının hikayesi nasıl başladı, yazım süreciyle beraber bizlerle paylaşır mısınız?
Öteden beri mekânı Afrika olan bir roman yazmak istiyordum. Elektronik mühendisi olan eniştemin iş için Kamerun’da bulunduğu dönemde kız kardeşimle Douala’ya gittim. Orada bulunduğum üç aya yakın sürede hemen her gün bazen kız kardeşimle bazen yalnız başına çıkıp semti tanımaya, esnafla tanışmaya çalıştım. Yanımda telefon numaralarıyla gitmiştim. Şehirde yaşayan Türklere ulaştım. Onlar vasıtasıyla tasarladığım roman için gerekli kişilerle buluşup sohbet ettim. Tuttuğum günlüğe her akşam romanım için gerekli ayrıntıları not düşüyordum. Bir bakıma romanı yazmaya 2019 yılı sonlarında başlamışsam da Türkiye’ye döndükten sonra sürdüremedim bu çalışmayı. 2016’da başladığım Şair ve Gecekuşu romanı vardı İstanbul’daki masamda, onu bitirmeliydim. 2021’de Kamerun’da Durmuştu Zaman’ı çalışmaya geri döndüm.
Eserinizde yalnızca ana karakteriniz Yiğit’in psikolojik durumunu yansıtmayıp aynı zamanda Afrika’nın ve Kamerun’un tarihsel belleğini de yansıtıyorsunuz. Sömürgecilik sonrası Afrika’nın ruhunu nasıl tanımlarsınız?
Eşikte yaşama hissine dair bir izleniminden söz edebilirim. Başka bir evreye geçmeleri gerektiğini biliyorlar, buna ihtiyaçları var, onurları, hayalleri ve bilinçleri de böyle söylüyor, gelgelelim, romanda anlattığım gibi potansiyelleri büyük ölçüde Kuzey’in zaman ve iş anlayışıyla temellük edilmiş durumda. Düşünün ki Kamerun’u 43 yıldır yöneten 94 yaşındaki Cumhurbaşkanı Biya, ömrü yeterse 99 yaşına kadar koltuğunu koruyacak. Daha tuhafı, Biya’nın çoğu zamanını Fransa’da geçirmesi.

Kamerun kuzey ve güney batısında bulunan Anglofon bölgesinde meydana gelen hak taleplerine dayalı gerginlik ve çatışmalar, Fransa ve İngiltere’nin bu ülkeyi sömürge kılmak üzere böldükleri 1916’dan beri sürüyor. Ülkenin beşte dördü Frankofonların elinde, bu da eğitim ve hukuk alanlarında Anglafonların sürekli ayrımcılığa uğraması, bu nedenle de “ayrılıkçılık”la ilişkilendirilen taleplerde bulunması sonucunu doğuruyor. Her iki kesimde de halkın bir iç savaşın her iki kesimin de zararına olacağının ayırtında olduğu izlenimi edindim orada yaşadığım aylarda. Bu nedenle de insanlar gündelik hayatta barış içinde yaşamaya ihtimam gösteriyorlar. Ben oradayken kutlanan “Çift Dillilik Bayramı” da bunun bir göstergesi.
Kamerun’un toplumsal dokusuna dair gözlemleriniz Türkiye’deki okura hangi aynayı tutuyor?
Her şeyden önce Afrika’ya kolonyalist mirasın tortularından etkilenmeyecek şekilde duru bir bakışla gitme sorumluluğunun altını çizmeliyim. Hani, kurtarma, akıl ve kültür, kalkınma yolları vazetme gibi ezberler bunlar. Kuzeye özgü, daha doğrusu kapitalizme ait olup da içselleştirilmiş iş ve zaman anlayışıyla yaklaşılamaz Kamerun insanına.
Başka bir toprağı var onun, sıcak ve bereketli, mevsim döngüsü farklı. Bu da kültürü elbette şekillendiriyor. İşçilerin kuzeye has verimlilik anlayışı ölçüleriyle tartılıp horlanmasına az rastlamadım. Kuzey’den gelen girişimciler genellikle yerlilerin iş disiplininden yakınıyorlar. Oysa buna hakları yok. O insanların yaşama ritimlerindeki oturmuş alışkanlıkları görmezden gelme tavrı küreselcilik makyajı altında emperyalist bir çehre olduğunu gösterir.

Elbette kahramanım Yiğit üzerinden, ülkemizdeki eğitimli işsizliğini, mevcut yüksek tahsil programlarının hayata hazırlanma konusuna yetersiz kalması, genç kadınların kamusal alanda geçmiş yüzyıllara nispetle gösterdiği yüksek gayrete karşılık, bu konuda hazırlıksız genç erkeklerde de karşı cinse nasıl yaklaşacağı konusunda oluşan güvensizlik ve bunun evlilikleri de kırılganlaştırması gibi sorunları da kurcaladım roman boyunca.
Kamerun’da yaşadığınız dönemde Türk toplumu ve Kamerun toplumuyla aranızdaki benzerlik ve farklılıkları nasıl gözlemlediniz?
Şimdiki zamana verdikleri değerin onları ayakta tutan bir gücü olduğunu fark ettim şehirde gezinirken. Ekonomik sıkıntılara ve işsizlik problemine rağmen gergin değiller, tabiattan kopuk yaşamıyorlar, tabiat da bir hayli cömert onlara karşı. Fiyatlar bir hayli istikrarlı. Manavlar ve seyyar satıcılar avokado ve papaya gibi meyveleri satarken olgunlaşma durumu konusunda sizi mutlaka uyarıyorlar.
Gecekondu mahallelerinde özellikle aile dayanışması sürüyor. Geniş ailelerin köylerinden getirdikleri havuz sistemi işliyor, çalışanlar ailenin en yaşlısına getiriyorlar kazandıklarını, böylelikle işsiz kalanlar perişan olmuyor. Bizde de böyle yaşayan aileler var hâlâ Anadolu’da ve büyük şehirlerde. 2001 krizini aile dayanışmasıyla atlatabilmiştik zaten.

Merkezden yürüyerek uzaklaşmamam gerektiği konusunda sürekli uyarıldım. İşsizlik yüzünden pek çok bıçaklı vaka yaşanıyor. Ancak cadde ve sokaklarda dolaşırken bakışlar ve davranışlar saldırganlıktan uzak. Müslümanlarla hatta Hristiyanlarla karşılaştığımda selam verenler çok oldu. Cömert ve ölçülüler, çarşı pazar ve ev ziyareti gözlemlerime göre. Bir gecekondu mahallesi ziyaretinde girdiğim evin küçük salonundaki camlı vitrin bana rahmetli annemin salonunda bulunan porselen ve biblo dolu vitrini hatırlattı.
Çift ilişkileri genç kuşakta bir hayli netameli. Katoliklerde genç evli erkeklerin bir gün ortadan kaybolması yaygın bir durum, boşanma olamadığından, geride kalan kadının serbest ilişki yaşaması olağan karşılanıyor. Çocukların eğitimi konusunda çok özenliler, tabii kırsal kesimde işler daha farklı olabilir. Nitelikli gençler Fransa veya İtalya’ya gitme hayali içinde, Türkiye’deki iş şartları konusunda sorular soran gençlerle de tanıştım.
Yiğit’in modern dünyanın sancılarını Kamerun’da yaşaması, onun iç dünyasında nasıl bir değişime yol açtı?
Yiğit Kamerun’a İstanbul’dan adeta kaçarak, bir sığınak, bir yuva arayışıyla gitti. Yıpratıcı bir işsiz kalma sürecinin ardından evliliği de yorgun düşmüş ve eşinin talebiyle boşanmak zorunda kalmıştı. Douala’da iş bulup orada hayata tutunmak istiyordu. Bunun için de neler yapabileceğini araştırmaya başladı. Severek yaptığımız işin bakışımızı güzelleştirdiğini, sevmesek de layıkıyla yaptığımız işin ise bizi olgunlaştırdığını düşünürüm. Pek çok hastalığın sebebi sevilmeden yapılan işler, sevgisiz evlilikler.
Ve elbette aşık olmayı da diliyordu kahramanım, hem eski karısını unutmak hem de yerleşme gücünü bulmak için. Bir şehri adım adım keşfederek kendinize ait kılarsınız. Bu yürüyüşlerle kurduğu bağlantılar ve tanıdığı insanlar adım adım onu kendi yeteneklerini keşfe götürüp ömür boyu çalışmak istediği alana hazırlayabilir mi, bu soruya bir cevap da aramak istedim kitap boyunca.

Yiğit, yaşamak istediği şehri keşfederken, bir kabul görmek için de bir hayli dikkatli davranıyor keşif gezilerinde. Bir mesafeyle görme çabasını deneyimliyor böylelikle. Ölçülü bir görme çabasının ayırt etme yeteneğine zarar vermediğini fark ediyoruz birlikte. Bu arada tatsız olaylar yaşamıyor da değil tabii.
Yiğit’in yaşadığı psikolojik durum karşısında zamanın durduğu yer Afrika değil de Avrupa olsaydı nasıl bir Yiğit ile karşılaşırdık?
Yiğit her şeyden önce yanında ablası, eniştesinin yaşadığı, ona bir oda sunulan bir eve gidiyor Douala şehrine. Aynı şartlar altında diyelim ki Frankfurt’a veya eski karısı Rahşan’ın yaşadığı Amsterdam’a gitseydi, yine bir konforu olurdu. Ancak Avrupa şehirlerinde Douala’da karşılaştığı az çok ayrıcalıklı muamele yerine, sığınma yolları arayan bir taşralı muamelesi görürdü. İş ararken sayısız kader arkadaşı gibi çıkmaza düşerdi. Bir fabrika disiplini değil yorgun ruhuna iyi gelecek ilişkiler arıyor o başlangıçta yerleşmeyi hayal ettiği şehirde, müstakbel işini de o ilişkilerin uzamında bulmayı umuyor.
Douala’da da ekmek aslanın ağzında elbette, ama orada hiç değilse, ırkçı mirasın oluşturduğu “beyaz adam”a yönelik önyargılara rağmen, merakla dolu bir ilgi görüyor. Meyve satıcısı kadınlar, esnaf, iyi niyetli yaklaşımı karşısında kayıtsız kalmıyorlar ona, sokak sofralarında kendine yer bulabiliyor. Afrika toprağına özgü bir tür genişlik ve müsamaha, aşina geliyor ona, tıpkı ablasına da gecekondu mahallelerindeki çamurlu yolların çocukluğunun geçtiği sokakları bürümüş çamurları hatırlatması gibi.
Kamerun’da unutamayacağınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Orada geçirdiğim zamana özgü pek çok şey bana unutulmaz geliyor. Bunlardan birini arada bir alışveriş yaptığım manavın yanındaki ağacın altında beklerken yaşadım. İlk kez tanışacağım bir Türk arkadaşı bekliyordum orada, birlikte gecekondu mahallesinde bir aileyi ziyaret edecektik. Her zamanki alışkanlığımla erken gitmiştim. Arkadaşım da gecikeceğe benziyordu. Manavda çalışan yaşlı adamın yanına gidip orada bekleyip bekleyemeyeceğimi sordum. Frankofonlardı, Anglofon bir tanıdıklarını çağırdılar, anlaştık. Kenarda beklerken manavda çalışan ortaokul öğrencisi küçük kızın market tarafına geçtiğini, tel kapıyı kenara itip oradaki tahta bankı sürükleyerek durduğum tarafa getirmeye çalıştığını fark ettim. Çok mutlu oldum, koşup yardım ettim. Kızın adı Jessica’ydı. Bu inceliği hiç unutmadım. Meyve alacaksam da artık hep o manavdan aldım. Semtte pek çok kaldırım üstüne tezgah açmış kadın meyve satıcısı var. Hepsi de nazik insanlardı.

