Afrika’nın sinemaları üzerine eğildiğimizde bazı önemli belgesellere rastlarız. Bunlar arasında bazı belgesellerin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü belgesellerin tarihe tanıklıkları vardır ve hakikati aktarma işlevine sahiptir. Tunuslu yönetmen Ferid Boughedir’in Caméra d’Afrique (1983) belgeseli; Malili Profesör Manthia Diawara (1) ile Kenyalı yazar Ngugi Wa Thiong’o’nun ortak çalışması Sembene: The Making of African Cinema (1994) adlı çalışması bu minvalde değerlendirilebilir. Hatta bu belgesellere “Cinema in Sudan: Conversations with Gadalla Gubara (2008) adlı çalışmayı eklersek Afrika’da sinema çalışmalarının sınırlarını gösterebilir ve konuyla ilgili temel film kaynaklarını genişletebiliriz. Özellikle de Afrikalı yönetmenlerin film yapım süreçlerini ele alan çok sayıda belgesel, bu alana ilgi duyanların takip edebileceği bir yol olabilir.
Önceki yazımızda 2015 yapımı Sembene! adlı belgeselin, gerek Senegal sineması gerekse Afrika sinemaları için çok önemli bir yerde durduğunu belirtmiştik. Benzer biçimde Diawara (1) ile Thiong’o tarafından 1994’te yapılan Sembene: The Making of African Cinema adlı belgesel, Afrika sinemaları ile ilgili önemli bir boşluğu doldurur. 2015 yapımı belgeselin aksine bu filmde Sembene’yi görür, kendi filmlerinin çekildiği farklı mekanları birlikte ziyaret eder, kariyerini yâd ederken işitir ve mesleği hakkında konuşurken gözleriz. Filmin açılışında okuduğumuz uzun yazı şu soruyu öne çıkarıyor: Afrika denince aklımıza ne gelir?

Yukarıdaki soru bir yönüyle Afrika kıtasının kendi sesini, özellikle de sinema aracılığıyla nasıl bulduğunun ya da bulacağının sorusudur. Bu sorunun cevabı için Burkina Faso’nun kalbi, Ouagadougou’ya yolculuğa çıktığımızda, iki yılda bir düzenlenen FESPACO’nun milyonlara ulaşan dünyasını öğreniriz (2). 1994 yapımı belgeselde FESPACO’nun “25 Yıllık Afrika Sineması” pankartında, Afrika’nın sinemalarının çeyrek yüzyılı tasvir ediliyor. Devamında ise festivalin teması olan “sinema ve özgürlükler” sloganıyla kültürel ve sanatsal bağımsızlığın o dönemde aktif biçimde dile getirildiğini anlıyoruz. Belgeselin yönetmenleri Diawara ve Thiong’o’ya göre FESPACO, Afrika imgelerinin ve Afrika’nın mücadele ruhunun kendisinde somutlaştığı bir isme, Ousmane Sembene’ye, götürür bizi. Ancak bu defa bizatihi yönetmenin kendisiyle Senegal’e, Dakar’ın sokaklarına, denize bakan evine (3), ofisine ve nihayet filmlerinin çekildiği mekânlara doğru yolculuk yaparız. Sadece fiziki bir rotayı andırmaz bu yolculuk, aynı zamanda Afrika’nın kolektif hafızasına yapılan bir yolculuğun tezahürüdür. Bu anlamda Sembene kamerasını tarihe, toplumsal gerçeklere ve meselelere dayamakta, sıradan insanların hikâyelerine bakışlarımızı çevirmekte, kıtanın kendi anlatılarını başlatabilmesinin hem yolunu açmakta hem de buna yön vermektedir. Belgeselde Sembene’nin filmleri ile ilgili çok sayıda soruya cevap aranmakta, aynı zamanda Afrika’da film yapmanın güçlüklerine de ayrıntılı olarak değinilmektedir.
Burada kısa da olsa Afrika filmlerinde Atlantik Okyanusu’na yer vermemiz lazım. Zira Senegalli yönetmen Mati Diop’un Atlantics (2009 ve 2019) adlı kısa ve uzun metraj filmlerinde gördüğümüz Atlantik Okyanusu’nu hem Sembene: The Making of African Cinema’da hem de birçok Afrikalı yönetmenin filmlerinde fark etmek pek mümkündür. Birbirinden farklı dönemlerde ve türlerde yapılan bu filmlerde Atlantik başka kıtalara, dünyalara açılmak için büyük bir pencereyi, sömürgeciliğin kendine anlam bulduğu bir güzergâhı, Batı’ya gitmek için bir umut yolunu ve kimi zamanda aşılması zor ölümcül bir alanı tasvir ederek çokkatmanlı anlatı yapıları hakkında haber vermektedir.
Sembene burada izleyiciye senaryo yazma sürecini, film yapım sürecini ve hikâye anlatma tekniklerinden bahsederek tüm Afrikalı izleyicileri kuşatan ve herkesin sinema salonunda, filmlerde kendini bulabileceği mesajlar olduğunu öne sürmektedir. Dakar’ın Yoff kasabasındaki Galle Ceddo’dan sinema tecrübelerini paylaşan Sembene, sinemanın kamusal bilinci artırmadaki kritik rolüne odaklanmakta, sanatsal felsefesini ve politik görüşlerini kapsamlı bir röportajla izleyiciye aktarmaktadır. Sembene açıklamalarında özellikle Fransız neo-kolonyalizmini sert bir şekilde eleştirmekte, Avrupa’nın yüzyıllardır Afrika’yı “uygarlaştırma” bahanesiyle sürekli hakikati gizlediğine vurgu yapmakta ve sömürünün “zincirler yerine zihinlerde devam ettiğini” can alıcı biçimde ortaya koymaktadır.

Sembene, Avrupalıların (özellikle ‘Beyazlar’ın) tarih boyunca Afrikalılara üç büyük yalan söylediğini belirtir. İlk yalan, Hindistan ve Latin Amerika’yı sömürdükten sonra Afrika’ya “medeniyet ve Hristiyanlık” getirme iddiasıydı ve bu iddia üç asır sürdü. İkinci yalan, 1800’lerde “barış getirme ve modernite” vaadi idi ve bunu üçüncü yalan takip etti. 1990’lı yıllarda öne çıkan “demokrasi ve medeniyet” getirme iddiası üçüncü yalanın kendisiydi. Üç yalanı düşünerek Sembene için, neden Berlin Konferansı’ndan günümüze kadar değişen ciddi bir değişim olmadığını da idrak ederiz. Çünkü en nihayetinde Fransa’nın politikası, özünde yeni sömürgeci zihniyetten kurtulamamıştır. Sembene sinemasında da sıklıkla vurgulanan bu tarihsel yalanların farkında olmayan Afrikalılar gösterilir ve yanlış, hasta bir bilince sahip olmanın sürekli “altta kalmaya” mahkûm olacağı savunulur.
Frantz Fanon ve Aime Cesaire gibi yazarların eserlerinde göze çarpan “zihnin sömürgeleştirilmesi ve sömürgecilik psikolojisi” Sembene’nin sinema felsefesinde önemli bir yere sahiptir çünkü Sembene’ye göre, atalarının yaşadığı dönemde sömürgecilik en şiddetli haliyle toprakları işgal etmiş olsa da, dedelerinin “kafaları özgürdü”; yani kendi kültürlerine, değerlerine ve geleneklerine sahiptiler. Ancak modern dönemde sömürgecilik, insanların kafasının içine girmeye başladı ve Afrikalılar artık sadece beyaz adama bakmakta ve onu tek referans noktası olarak görmeye başlamıştır ki, asıl tehlike çanları da burada çalmaktadır.
Genç Afrikalılar, Tarzan veya Rudolph Valentino gibi Hollywood figürlerine benzemek istemektedirler çünkü kendi toplumlarına dair yerel referanslardan kopuklardır, bunlara sahip değildirler. Sembene, bunu “tam bir kimlik kaybı” olarak nitelendirir ve filmlerinde de (Guelwaar, Thiaroye Kampı) bu gençleri kendi gerçekliklerinden koparıp onlara ait olmayan bir dünyada tasvir etmiştir.
Sembene için kimlik kaybı sadece kültürel değil, aynı zamanda siyasi ve bürokratik bir bağımlılıkla da ilişkilendirilir. Örneğin, Mandabi (Havale) filminde bir karakterin çekini bozduramaması, kimlik kartına sahip olmamasına bağlanır. Sembene, Senegal hükümetinin vatandaşlarına kimlik kartı çıkaracak parası olmadığını, bu paranın Avrupa ülkeleri tarafından verildiğini belirtir. Bu durum, bağımsızlık sonrası dönemde bile Afrikalının sivil statüsünün ve demokratik varlığının aslında sahte olduğu veya dış güçlere bağımlı olduğu anlamına gelir.

Sembene’nin ifadesiyle, Avrupalılar kendi tarih görüşlerini “uluslararası” bir analiz olarak dayatmaya çalışır, ancak bunun temelinde ulusal bir bakış açısı ve Avrupamerkezci tasavvur yatar. Bu dayatma ve idrak biçimine karşı Afrikalı yöneticiler kendi halklarının nabzını tutmalıdır, aksi taktirde ortaya çıkan sonuç ne ulusal ne de uluslararası olabilir. Sembene bu belgeselde Avrupa’nın siyasetinin gerçek yüzünü deşifre etmekte ve Afrikalıyı kendi köklerinden koparan, ona insanlığı yok eden bir “Beyaz” modelinin tek ideal model olarak sunulduğundan da söz eder. Sembene’ye göre Avrupa’nın sömürgeci siyaseti bir ağacın köklerini gizlice kesip, daha sonra ona hayatta kalması için plastik yapraklar bağlamaya ve suni gübre satmaya benzemektedir. Bu ağaç, kökleriyle (yani kendi kültürü ve tarihiyle) bağını kaybettiği için zamanla kurumakta, ancak üzerindeki parlak plastik yapraklara, sahte gerçeklere (Avrupa’nın modernite ve demokrasi vaatlerine) bakarak kendini hâlen “canlı” ve “gelişmiş” gibi sanmaktadır.
Sembene: The Making of African Cinema belgeseli, sanatın militan bir arayış olduğunu belirten yazar ve yönetmen Sembene’nin, film yapım estetiğinde ve yaklaşımında Griot (sözlü) geleneğinden beslendiğini de izleyiciye hatırlatmaktadır. Yönetmenin, halkının deneyimlerini, özellikle de marjinalleştirilmiş kesimlerin duygularını ifade etmeye çalıştığını ele alan film aynı zamanda, Afrika kimliğinin kaybolması sorununa da değinerek, gençlerin Batılı referansları körü körüne taklit etmek yerine kendi tarihi kahramanlarını keşfetmeleri gerektiğini ısrarla ele almaktadır. Sonuç olarak belgeselde, kıtanın zorluklarına rağmen ilerleme kat ettiği belirtilmekte ve yeni nesle, Afrika’nın geleceğini inşa etme görevini yüklemesi gerektiği nasihat edilmektedir.
Kaynak:
[1] Manthia Diawara, African Cinema: Politics and Culture (1992) ve In Search of Africa (1998) adlı eserler başta olmak üzere Afrika sineması üzerine önemli çalışmalar kaleme alan önemli bir araştırmacı ve yönetmendir.
[2] Panafrika Sinema ve Televizyon Festivali (FESPACO), ilkin 1969 yılında başlatılan ve birkaç sanatçının çabaları sayesinde zamanla Afrika’daki en büyük ve düzenli kültürel etkinliği ifade eder. Festivalin amacı, ifade, eğitim ve farkındalık temelinde Afrika sinemasının genişlemesine ve gelişmesine katkıda bulunmaktır. Burkina Faso’nun Ouagadougou şehrinde sıklıkla yapılan bu festival, yeni Afrika filmlerinin gösterimine ev sahipliği yapmaktadır. Yakın zamanda Burkina Faso’daki askeri darbeler nedeniyle festival sekteye uğramıştır.
[3] Sembene! adlı belgeselde yönetmenin evini 2015’te bu defa Samba Gadjigo aracılığıyla görmüştük.

