4 Temmuz 1876’da Amerikalı Kongre Üyesi James A. Garfield, “Kongrenin karakterinden halk sorumludur. Eğer yozlaşmışsa, bunun nedeni halkın yolsuzluğa müsamaha göstermesidir.” demiştir.

İç Savaş kahramanı ve sıra dışı bir ahlaki netliğe sahip olan Garfield, liderliğin sadece güçle ilgili değil, aynı zamanda gerçek ve sorumlulukla ilgili olduğuna inanıyordu. 1881’deki suikastı, çağının en yıkıcı ikiyüzlülüklerinden bazılarına meydan okuyabilecek bir sesi susturdu. Bu ikiyüzlülükler onunla birlikte yok olmadı. Aksine, küreselleşti.

Garfield’ın halefi Chester A. Arthur, Kral Leopold II’nin sahte Uluslararası Kongo Birliği’ne (IAC) sonunda Kongo Serbest Devleti haline gelen bölge üzerinde meşruiyet kazandırdı. 1884-85 Berlin Konferansı’nda Avrupa’nın da iş birliğiyle güçlenen bu tanıma, tarihin en şiddetli sömürü sistemlerinden birine olanak sağladı. Kongo Serbest Devleti bir ulus değildi; egemenlik kılıfına bürünmüş bir suç mahalliydi. Milyonlarca insan, yabancı güçlerin yasal kurgular ve ahlaki kaçamaklar ardında zenginleşmesi için öldü.
SADECE BİR İSİM DEĞİŞİKLİĞİ
Kongo’nun trajedisi sömürgecilikle sona ermedi. Sadece sahipleri değişti. Bugün Demokratik Kongo Cumhuriyeti, şiddet, dışlama ve yağma döngüsüne hapsolmuş durumda. Başkan Félix Tshisekedi’nin hükümeti, kendisinden önceki tüm hükümetler gibi, egemenlik iddiasında bulunurken, bir yandan da mülksüzleştirme uyguluyor; maden zenginliğini yabancı çıkarlara satarken kendi halkının onurunu ve güvenliğini sağlamayı başaramıyor. En vahimi ise, etnik Kongolu Tutsileri (Banyamulegeleri) sürekli olarak dışlayarak, Kivu dağlarının çevresindeki, bildikleri tek yurt olan topraklarda onları sürekli yabancı olarak görmeye devam etmesidir.
KONGO’NUN DEĞİL BÖLGENİN BAŞARISIZLIĞI
Onlarca yıldır, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusu, büyük ölçüde Ruanda’daki 1994 Tutsi soykırımının faillerinden oluşan silahlı bir grup olan FDLR’ye ev sahipliği yapmakta. Bu soykırımcılar zamanla ortadan kaybolmadılar; yeniden örgütlendiler, silahlandılar ve genellikle devlet ve yerel aktörlerin zımni hoşgörüsüyle veya aktif iş birliğiyle Kongo topraklarına yerleştiler. Onların devam eden varlığı, yalnızca Ruanda için değil, tüm Büyük Göller bölgesi için de ahlaki bir rezalet ve stratejik bir tehdittir.

İşte burada Başkan Paul Kagame’nin hesap verebilirlik konusundaki ısrarı anlaşılmalıdır, karikatürize edilmemelidir. Ahlaki netliği tanımak için gücü romantize etmeye gerek yok. Hiçbir devletin, mağduriyet iddiasında bulunan komşusu tarafından korunan, sınırında silahlı bir soykırımcı gücü süresiz olarak kabul etmesi beklenemez. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden FDLR’yi dağıtmasını ve Kongolu Tutsi’lere yönelik zulmü sona erdirmesini talep etmek saldırganlık değil; tarihsel sorumluluk ve temel adalet talebidir.
DOĞU VE GÜNEY AFRİKA BUNA SES ÇIKARMALI
Kongo devletinin başarısızlığını egemenlik diliyle mazur gösterme refleksi, bir zamanlar II. Leopold’ü mazur gösteren ahlaki kaçamakla tamamen aynıdır. Bu, insanlardan çok sınırlara, hayattan çok hukuk sistemine öncelik verir. Walter Rodney’nin Avrupa Afrika’yı Nasıl Geliştiremedi adlı eserinde uyardığı gibi , kendimizi yabancı merceklerden görmeye, Afrika krizlerini gerçeklere göre değil, dış anlatılara ne kadar uyduklarına göre değerlendirmeye alıştırıldık.
Afrika kültür, tarih veya bütünlük açısından fakir değildir. Olağanüstü derecede zengindir. Büyük Göller’den Zambezi’ye kadar, toplumlarımız derin kültürel süreklilikler paylaşmaktadır: genişletilmiş akrabalık sistemleri, toprağa saygı, uzlaşmaya dayalı yönetim gelenekleri ve topluluğu bireysel birikimin üstünde tutan ahlaki bir ekonomi. Bunlar zayıflık değil, uygarlığın değerleridir.
Ancak siyasi, diplomatik ve ahlaki olarak hâlâ parçalanmış durumdayız. Özellikle Doğu ve Güney Afrika, miras alınan bölünmeler yerine ortak ilkeler etrafında birleşmeye başlamalıdır. Bu, siyasetin tekdüzeliğini veya herhangi bir lidere körü körüne bağlılığı gerektirmez. Daha zor bir şey gerektirir: Kinşasa da dahil olmak üzere, nerede ortaya çıkarsa çıksın kötü niyetli liderliği reddetme cesareti. Etnik kökeni silah olarak kullanan, soykırımcı milisleri hoş gören ve ulusal zenginliği kişisel hayatta kalma uğruna satan liderlere, müdahale etmeme bahanesiyle artık müsamaha gösterilmemelidir.
MÜDAHALE ETMEMEK TARAFSIZLIK ANLAMINA GELMEZ
Kongolu Tutsilerin marjinalleştirilmesi yalnızca Kongo’nun iç meselesi değil, bölgesel bir ahlaki başarısızlıktır. FDLR’nin varlığını sürdürmesi sadece Ruanda’ya özgü bir durum değil; Afrika’nın tanıdık yüzlerle ortaya çıkan kötülükle yüzleşme isteksizliğinin sürekli bir göstergesidir. Bu gibi durumlarda sessiz kalmak akıllıca değil, suç ortaklığıdır.
Afrika’nın geleceği, adaletsizliğe göz yumarken Pan-Afrikanizm sloganlarını tekrarlamakla güvence altına alınamaz. Geleceği, ahlaki omurgasını yeniden kazanmakla, egemenliğin yırtıcıları korumak yerine insanlara hizmet etmesi gerektiğinde ısrar etmekle; çeşitliliğin dışlama bahanesi değil, güç kaynağı olmasıyla; ve meşru liderliğin ahlaki netliğe dayanması gerektiği ilkesini savunmakla güvence altına alınabilir.
Garfield, yolsuzluğun hoşgörüyle karşılandığı için devam ettiğini anlamıştı. Afrika’nın da artık aynı şeyi anlaması gerekiyor. Kongo’nun çektiği acılar kaçınılmaz değil. Bu acılar, kötü liderler, bölgesel çekingenlik ve kısıtlama çağrısı yaparken sömürmeye razı olan uluslararası bir sistem tarafından sürdürülüyor.
Kaynak: The Independent

