Geçen hafta, 16 Ekim 2025’te İspanya’nın başkenti Madrid’de Afrika Birliği’nin de paydaş olduğu “Afrika Kökenli İnsanlar Dünya Konferansı” (AfroMadrid2025) düzenlendi. Ana akım medyada kendine fazla yer bul(a)masa da, Kıta Avrupa-Afrika merkezli kolektif hareket kapasitesini test etme açısından anlamlıydı. Toplantı sonrası oluşturulan danışma kurulu, hazırlanan İspanya-Afrika Strateji Belgesi, bu etkinliğin sembolik bir toplanmadan öte, İspanya’nın Avrupa’daki konumunu pekiştiren, aynı zamanda Güney-Güney ekseninde yeni bir stratejik misyon üstlenmesine kurumsal altyapı hazırlamıştır. Madrid’i AB’den bağımsız aktör kimliğini somutlaştırma niteliği taşıması anlamında stratejiktir.
İspanya’nın bu stratejik açılımını tetikleyen dinamikler nelerdir? Geleneksel sömürgeci perspektiflerden arınmış yeni bir ilişki modelini ne oradan temsil etmektedir? Bu soruların cevabı uzun uzun ele alınması gerekir. Lakin Madrid’in bu hamlesi, Fransa ve İngiltere’nin tarihsel olarak şekillendirdiği kolektif Afrika eylem kapasitesinin aşınmasının ortaya çıkardığı boşluktan faydalanma olarak okunabilir. İspanya’nın münferit bir Afrika ulusal politikası, bir yandan AB’nin bütünleşik Afrika politikasının etkinliğini yitirdiğini teyit ederken, diğer yandan Afrika ülkelerinin uluslararası ilişkilerdeki manevra alanının genişlediğini ve ilişki modellerinin çeşitlendiğini ortaya koymaktadır.

İspanya’nın küresel güney kuşağındaki bu öncü girişimin iki temel dayanağı bulunmaktadır. Birincisi, İspanya’nın 15.yy oynamış olduğu hegemon güç ile ilişkilidir. 1402’de Kastilya (İspanya)Kralı III. Enriquehimayesinde Fransız gemiciler Juan de Bethencourt ve Gadifer de la Salle Atlantik’e Açılan Kapı olan KanaryaAdalarına yerleşmesi, İspanya’nın bir sonraki yüzyılda dünya gücü olması yolunda önemli bir keşfe adım atmışlardır. Bu hamle, İspanya’nın sadece bölgesel bir güç olmadığını, aynı zamanda “Atlantik Gücü” olma yolunda önemli bir eşik, akabinde coğrafi keşifler çağının habercisi olmuştur. Sonraki yıllarda Batı Sahra ve Güney Fas kıyılarından Gine Körfezine kadar uzanan ve Santa Cruz de la Mar Pequeña’da kaleler inşa eden İspanya, Afrika arasında 500 yıllık bir tarihsellik kurmuştur. Takvimler 7 Haziran 1494’ü gösterdiğinde ise, Tordesillas Antlaşması çerçevesinde artık tüm yer küre Portekiz ve İspanya arasında Cabo Verde Adaları başlangıç noktası kabul edilmek suretiyle Kuzey-Güney diye ikiye bölünmüştür. Yüzyıllar içinde İspanya’nın hegemonik gücü gerilemiş olsa da, Afrika kıtası İspanyol jeopolitik hafızasında, tıpkı Almanların Lebensraum (hayat sahası) kavramına benzer şekilde- stratejik yaşam alanı olarak her daim canlılığını korumuştur.
İkincisi, İspanya’nın bu girişimi, Donald Trump yönetimiyle belirginleşen ABD’nin çok taraflı sistemdeki isteksiz tutumu, diğer bir ifadeyle “kabuğuna çekilme” (isolationism) prensibiyle iltisaklıdır. ABD’nin küresel arenada pasif olma durumu İspanya gibi Orta Büyüklükteki aktörlere stratejik manevra alanı olarak geri dönmüştür. ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’nın kalkınma yardımı bütçelerini kıstığı ve Kıtadaki siyasi-askeri varlığını görece azalttığı bir dönemde, İspanya’nın izlediği bu proaktif politika arka planında tarihsel bir entelektüel birikim ve uzun vadeli Güney-Güney aksında arzuladığı stratejik tasavvur yansıtmaktadır.

Aslında İspanya’nın proaktif politikasının vücut bulduğu bir diğer örnek Filistin-Gazze mesesinde karşımıza çıkmaktadır. Filistin’i bir devlet olarak tanıması, İsrail’in uluslararası spor etkinliklerinden (2026 FIFA Dünya Kupası gibi) dışlanması için çağrı yapması, İsrail’e yönelik silah ambargosunun yasallaştırılması ve yetkililere ülkeye giriş yasağı getirmesi, Uluslararası Adalet Divanı’ndaki soykırım davasına müdahil olması ve Gazze’ye yapılan insani yardımlarla öncü rol oynaması yukarıda bahsi geçen stratejik tasavvurun parçasıdır. Bu durumun Afrika bağlamındaki yansıması toplumsal (beşerî sermaye) düzeyde kendini göstermektedir. Nitekim güçlü kamuoyu desteğiyle bezenmiş Madrid’in Filistin politikası, Afrika ülke halkları tarafından takdir toplamaktadır. AfroMadrid2025 zirvesinin Gazze meselesiyle eşzamanlılığı ise bir rastlantısal olmaktan ziyade İspanya’nın küresel Güney’de başat aktör olma hedefinin müşahhas bir örneğidir. İspanya’nın bu iddialı girişimlerine rağmen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daimî üyelik statüsünden yoksun oluşu ve Çin, ABD, Almanya, Fransa gibi aktörlere kıyasla bütçesinin sınırlılığı, eylem kapasitesini kısıtlayan temel parametreler olarak öne çıkmaktadır.

Ez cümle, İspanya’nın Afrika ile ilişkiler kurma stratejisini bir “devlet aklı”nın (raison d’état) tezahürü olarak okumak gerekir. Dolayısıyla, İspanya’nın Afrika’ya yönelik yaklaşımı, geçmişin tarihsel perspektiften süzülüp gelen derin bir stratejik adımdır. III. Enrique döneminde (1379-1406) filizlenen bu akıl, bugün İspanya’ya şu gerçeği öğretmiştir: Küresel arenada söz sahibi olmanın yolu, Afrika ülkelerinin siyasi desteğinden ve kıtanın sunduğu beşeri ve ekonomik potansiyelden azami ölçüde istifade etmekten geçer. Bugün İspanya, her ne kadar 15. yüzyıldaki gibi mutlak bir küresel süper güç olma iddiası taşımasa da, bölgesel ölçekte (Avrupa Birliği, NATO) bir aktör olarak kalmanın anahtarı Afrika kıtasında, Güney-Güney kuşağındayattığının bilincindedir. Nitekim Afrika 1,5 milyarı aşan nüfusuyla (2050’de küresel nüfusun yaklaşık %30’unu temsil edeceği öngörülmektedir) dünyanın en hızlı büyüme hızına sahip olup, yaklaşık 3 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü (2050 yılına kadar 29 trilyon dolarlık bir GSYİH’ye ulaşması beklenmekte), geniş pazar olanakları, zengin doğal kaynak potansiyeli, ve giderek artan diplomatik etkisiyle birlikte (BM’de 54 ülke ile temsiliyet), Küresel Güney’de yükselen yeni bir çekim merkezi ve jeopolitik aktör haline gelmektedir

