Soğuk Savaş dönemi, 20. yüzyıl sonlarına damga vururken yalnızca iki kutuplu dünya düzenini şekillendirmekle kalmadı, aynı zamanda Afrika’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya kadar pek çok coğrafyada siyasi, ekonomik ve toplumsal dengeleri de derinden etkiledi. Bugün ise “Yeni Soğuk Savaş” tartışmaları, küresel siyasetin yeniden benzer dinamiklerle mi şekillendiği sorusunu gündeme taşıyor. Waj Türk Muhabiri Ayşegül Demircan, Milli Savunma Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Yiğit ile Soğuk Savaş’ın tarihi sürecini, Afrika kıtasına yansımalarını, yeni dönemin parametrelerini ve gelişmeler ışığında günümüz dünyasına nasıl etki ettiğini konuştu.
“YENİ SOĞUK SAVAŞ ASLINDA SOĞUK SAVAŞIN BİTİŞİYLE ORTAYA ÇIKTI”
Doç. Dr. Murat Yiğit, Soğuk Savaş döneminin ABD ve Sovyetler Birliği arasında bir nüfuz mücadelesi şeklinde seyrettiğini belirten Doç. Dr. Murat Yiğit, Soğuk Savaş’ın parametrelerine, dinamiklerine bakıldığında, her iki kutbun sadece Afrika’da değil, dünyanın her yerinde vekil güçlerle hareket ettiğini, psikolojik operasyonlar yaptığını belirtti. “Sovyetler Marksistlere, Marksist sosyal gruplara destek verirken karşısında yer alan gruplara da ABD’nin destek verdiğini, onları finanse ettiğini biliyoruz.” dedi.
Soğuk Savaş’ı Soğuk Savaş yapan şeyin, esasen içerisinde büyük devletler arasında sıcak çatışma barındırmasından kaynakladığını vurgularken sözlerine şu şekilde devam etti: “Bugün “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırdığımız sürecin başlangıcı da zaten ilk Soğuk Savaş’ın bitişiyle ortaya çıktı. 1990’da Soğuk Savaş sona erdiğinde ve Sovyetler Birliği bu mücadeleyi kaybettiğinde, artık Avrupa ülkeleri ve ABD için Afrika gibi yerlerde bazı diktatörleri desteklemek maliyetli görülmeye başlandı. Bu nedenle oralara yönelik kredi, hibe, dış yardım ve her türlü finansal akış birdenbire azaldı. Diktatörleri desteklemek maliyetli hale geldiğinde, bu finansal akışın azalması neticesinde başka aktörlere alan açıldı.”
Soğuk Savaş’ın bitiminde özellikle Afrika gibi bölgelerde devletler için dış yardım yapmanın maliyetli hale geldiğini vurgulayan Doç. Dr. Murat Yiğit, bu nedenle finansal akışın azaldığını belirtti. “Bu azalmanın sonuçları elbette önce Afrika’yı etkiledi. Afrika’da özellikle otoriter yönetimlerin birbiri ardına düştüğünü görüyoruz. Yani dünyanın pek çok yerinde askeri darbeler azalırken, Afrika kıtasında askeri darbelerin arttığını gözlemliyoruz. 1990’larda askeri darbeler artmış, iç savaşlar çoğalmıştı. Huntington bu dönemi ‘demokratikleşme dalgası’ olarak tanımlar. Buna rağmen Afrika’da siyasal şiddet olaylarının arttığına şahit olduk.” diye konuştu.

Ortaya çıkan bu karışıklığın pek çok devlete fırsat tanıdığına dikkat çeken Yiğit, “Bu fırsatı değerlendiren ülkelerden bazıları Rusya, Çin, Türkiye ve Brezilya oldu. Afrika’nın kendi içinden Güney Afrika, kıta dışından da Hindistan gibi aktörler öne çıktı. Bu aktörlerin Afrika üzerindeki etkinliği arttı. Neden? Çünkü Batılı devletler Soğuk Savaş boyunca yaptıkları büyük yatırımlar ve yardımlarla burada nüfuzlarını güçlendiriyorlardı. Fakat buraları maliyetli görüp dış yardımı azalttıklarında bir hegemonik boşluk oluştu. Bu boşluk da yeni aktörleri Afrika’ya davet etmiş oldu.” dedi.
“ÇİN’İN SİYASİ İLİŞKİLERİNİ GELİŞTİRMEYE BAŞLAMASIYLA AFRİKA’DA ARTARDA ASKERİ DARBELER OLDU”
Çin örneğini ele alan Yiğit, Çin’in 1950’lerde ve 1960’larda Afrika kıtasında bir aktör olmaya çalıştığını hatırlatarak “Özellikle 1960’larda bundan dolayı çok büyük sıkıntılar yaşandı. Çin siyasi ilişkilerini geliştirmeye kalktı; Togo, Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde gizli anlaşmalar imzaladı ve bunun neticesinde askeri darbeler oldu. Başka ülkelerle bu tür birliktelikleri, açık veya örtük işbirliği anlaşmaları imzalaması ya da sahada paralel hükümetler bulundurması, Çin’in siyasi ilişkilerinin Batı tarafından ağır darbeler almasına yol açtı. Çin 1960’ların sonunda artık şunu net bir şekilde anladı: ‘Ben siyasi olarak buraya nüfuz edemeyeceğim, siyasi olarak burada var olamayacağım.’ Bunun üzerine politika değişikliğine gitti.” ifadelerini kullandı.
Afrikalı devletlerle çok taraflı ilişkiler geliştirmeye başlayan Çin’in, Birleşmiş Milletler bünyesinde bir güvenlik konseyi üyesi olarak Afrikalı devletlere destek verebilecek bir ülke konumuna geldiğini belirten Yiğit, “Bu şekilde işbirliği geliştirdi, diplomasi alanında bir birliktelik kurdu. 1980’lerin ortalarından itibaren ise ticari bir ortağa dönüşmeye başladı. ‘Ben siyasi olarak burada var olamıyorum, Sovyetler Birliği’nin ya da ABD’nin ya da geleneksel sömürgeci aktörlerin karşısına rakip olarak çıkamıyorum. Sadece ticaret yapmak, mal satmak, ekonomik olarak var olmak, Afrikalıların ihtiyaçlarını karşılamak istiyorum.’ diyerek kıtaya dahil oldu. Bunun neticesinde bugünlere gelindi.” diye konuştu.
“ÇİN YA DA RUSYA’NIN AFRİKA’DA KURDUKLARI İLİŞKİ BATILILARIN İLİŞKİLERİNE BENZEMİYOR”
1980’lerin ortasında atılan bu adımların Çin’i Afrika kıtasının en önemli ticari partnerlerinden biri haline getirdiğini aktaran Yiğit, “Bugün Çin’in Afrika kıtasında 230-240 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaşmasını sağladı. Bu çok ciddi bir rakamdır. Ancak Afrika’nın politik olarak kaygan zemini, iç savaşlar, etnik rekabetler, askeri darbeler, istikrarsız yönetimler ve toplumlar, sürdürülebilir birliktelikleri zorlaştırıyordu. Buna rağmen Çin güçlü bir damar yakaladı: ekonomi. Önce ticaretle başladı, ticaret büyüdü, ardından yatırımlar geldi, yabancı yatırımlar dışında dış yardımlar yapılmaya başlandı.” dedi.
Genel bir değerlendirme yapan Yiğit, “Çin, ekonomik araçları kullanarak Afrika’da var oldu ve sürdürülebilir bir ilişki kurmaya çalıştı. Ne olursa olsun, Çin’in ya da Rusya’nın Afrika’yla kurduğu ilişki, Batılıların kurduğu ilişkiye benzemiyor. Çünkü Batılıların sömürge geçmişi var, Çin ve Rusya’nın ise böyle bir tarihi yok. Ama onlar da nüfuz oluşturma peşindeler. Çin ve Rusya’nın Batılı ülkelere göre ciddi dezavantajı var: tarihsel bağların eksikliği. Batılı ülkelerin sömürge geçmişi Afrika’da olumsuz algılara neden oluyor.” ifadelerini kullandı.

Afrika’nın kültürel ve akademik yapısına da değinen Yiğit, “Afrikalı ülkelerin tarihini Batılı devletler yazmış. Akademiler Batı’ya angaje şekilde çalışıyor. Eğitim süreçleri, siyasi işbirlikleri, kültürel alanlar hep Batı etkisi altında. Afrika’nın pek çok yerinde İngilizce, Fransızca, Portekizce gibi diller hâlâ resmi dil. Bu da kültürel yükler getiriyor. Sosyal gruplar statü elde etmek için kendilerini Batı’ya yakın görüyorlar. Ufku Paris, Londra veya New York ile sınırlı olan toplumlar var. Bu biraz değişmeye başladı. Çin ve Rusya gibi ülkeler Batılılara benzer şekilde çok boyutlu ilişkiler geliştiriyor. Yatırım yapıyorlar, askeri işbirliği anlaşmaları imzalıyorlar, savunma güvenlik anlaşmaları kuruyorlar, burslarla kültürel ve akademik hayatı etkiliyorlar.” diye konuştu.

Rusya’nın Afrika’daki nüfuzunu daha çok askeri alan üzerinden kurmaya çalıştığını vurgulayan Yiğit, “Silah ticareti, paralı askerlik (önce Wagner, şimdi ‘African Corps’). Güvenlik hizmetleri üzerinden Afrika’da etkinlik kuruyor. Çin ise ekonomik araçlarla ilerliyor. Özellikle Batılıların 1990’larda yardımları kesmesiyle boşluk oluştu. Örneğin Liberya, ABD ile ittifakı sayesinde 1984’te 400 milyon dolarlık bir dış yardım aldı. Bu büyük bir miktardı. Ancak 1985’ten sonra Soğuk Savaş’ın bitimiyle bu yardım bir anda kesildi. İşte bu boşluğu Çin doldurdu: ‘Ben zaten ticaret yapıyorum, ilişkilerimi geliştirmek istiyorum.’ dedi ve ekonomik faaliyetlerle nüfuzunu genişletti.” ifadelerini kullandı.
Çin’in kalkınma işbirliği faaliyetlerini de bu amaçla kullandığını belirten Yiğit, “Örneğin Nijer’de Niyamey’in merkezinden geçen büyük otoyolu Çin yaptı. Otoyol sayesinde otomobil satışı mümkün hale geldi. Kalkınma işbirliği aslında sadaka ya da bağış değil; bir pazarı dönüştürme faaliyetidir. Yol yaparsınız, insanlar araba kullanmaya başlar. Ayakkabı giymeyenler ayakkabı giyer. Siz de bu malları satarsınız.” dedi.
Afrika’nın başkent dışındaki bölgelerinde modern tüketim alışkanlıklarının sınırlı olduğuna dikkat çeken Yiğit, “Çin bu alışkanlıkları dönüştürerek ticaret hacmini artırdı. Fakat buradaki problem, Çin ve Rusya’nın ilişkilerinin tekdüze olmasıdır. Rusya’nın Afrika ile ticareti 20 milyar dolar civarında ve bunun büyük kısmı silah. İthalat çok düşük. Bu eşitsiz ilişki sürdürülebilir değil. Bir süre sonra Afrikalılar sorgulamaya başlayacaktır.” diye konuştu.
“TÜRKİYE AFRİKA’NIN ÖNEMLİ BİR SİLAH TEDARİKÇİSİ OLDU”
Afrika’da ABD, Avrupa ülkeleri, Çin ve Rusya’nın yanında Türkiye’nin de giderek etkinleştiğini belirten Yiğit, “Türkiye’nin kıtaya dahil olması Çin gibi ekonomi, Rusya gibi askeri konular üzerinden değil; insani yardımlar üzerinden oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Türkiye Afrika’yla bağlarını koparmıştı. Ancak 1980’lerden itibaren açılım süreçleri başladı. Afrika açılımı 1998’de metin olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin somut olarak bölgeye dahil olması insani yardımlarla oldu. 2005’ten itibaren aşama aşama politik bir çerçeveye oturdu.” dedi.

2005 yılının “Afrika Yılı” ilan edildiğini hatırlatan Yiğit, “2008, 2014 ve 2021’de Türkiye-Afrika İşbirliği Zirveleri düzenlendi. 2008 zirvesi siyasi ve diplomatik boyutuyla öne çıktı. 2014 zirvesi ekonomik ilişkilerin önünü açtı. Bugün Türkiye-Afrika ticareti 35-40 milyar dolara ulaştı. 2021’de ise güvenlik boyutu eklendi. Türkiye Afrika’nın önemli bir silah tedarikçisi oldu. İHA’lar, zırhlı araçlar ihraç etti. Bu, Afrika devletlerinin kapasitesini artırdı. Türkiye bu alanda siyasi şartlılık uygulamadığı için farklı bir alternatif haline geldi.” diye konuştu.
Silah satışının beraberinde eğitim faaliyetlerini de getirdiğini belirten Yiğit, “Bu, Batılıların yıllarca ordu üzerinde kurduğu nüfuzu kırdı. Türkiye’nin yaklaşımı çok boyutlu: insani yardım, diplomasi, ekonomi, güvenlik. Somali ile yapılan anlaşma bunun en somut örneği oldu. Türkiye Somali’de başarı sağlarsa, bütün Afrika için önemli bir alternatif haline gelecek. Rusya ve Çin’den farklı olarak Türkiye çok boyutlu bir yaklaşım benimsedi. Bu da kıtada kalıcı olmasını sağlayacaktır.” ifadelerini kullandı.